Değil gülme, tebessümüm bile zor olduğu koşullardan söz etmiştim geçen hafta. Söze bir fıkra ile başlıyorum yine de.
         
Sürüp giden bir savaşta, taraflardan biri sürekli yenilmektedir. Ne yapsalar, ne denli önlemler alsalar boşuna. Sonunda komutan tüm astlarını toplar. Yenilginin nedenini bulmakta kararlıdır. Kesin emir verir. Çok ayrıntılı bir çalışma yapılacak,  eksiklik ve aksaklılar saptanacaktır. Sonuç, yüz maddelik ayrıntılı bir rapor dönüştürülecektir.
         
Çalışma biter. Komutan raporu dinlemeye hazırdır. Yüz maddelik yenilgi nedenleri açıklanacak, buna göre de önlem alınacaktır. Astlardan biri raporun sözlü sunumuna başlar; “Komutanım birinci neden, barutumuz ıslak!” Sunumu yapan daha ikinciye geçmeden, komutan toplantıyı keser. Çünkü, savaşın temel gereci olan barut ıslak olduktan sonra, diğer nedenlerin zaten anlamı kalmamıştır.
          
Ülkemizde devam eden bir savaş varken, savaş fıkraları anlatmak pek doğru değil belki. Ancak bu ülkenin başbakanının demokrasi ihlallerini de bundan daha iyi bir mesel ile anlatmak olmaz. Ölüm oruçları için yapılan “şov” yakıştırması bir yana, “kuzu-kebap” yalanını sadece bu ülkenin, adı Recep Tayyip Erdoğan olan Başbakanı söyleyebilir. Çünkü, bu ülke başbakanının başbakan olarak, politikacı olarak politik referansları demokrasi olmadığı için, sözlerini demokrasi bağlamında bir yere oturtmanın da olanağı yok. Kısacası, başbakanın demokrasi barutu ıslak, bundan ötesi yok. Demokrasinin ilk şartı, demokrat olmaktır çünkü.
            
Başbakanın yaratılan hedef kitlesi belli. O, hedef kitlenin duymak ve inanmak isteyeceği şeyleri söyleyerek politika yapıyor. Gerçeğe aykırı söylem önemli değil, önemli olan politik hesaplara uygun olması. “Ya siyaset ya Kandil” derken de yine demokrasi değil gözetilen şey. “Ya sev, ya terket” demenin yeni versiyonu. Uluslararası normlar, insan hakları alanındaki tartışmasız ilkeler, “uygar” dünyanın ön kabulleri ve benzeri üzerinden bir tartışma mümkün değildir bu bağlamda. Bir demokrasi kültürü değil, “Çemkirme kültürü” ile, “Edalarla ve sığ istihzalarla” yapılan yönlendirilmiş bir kitle iletişimi karşı karşıyayız.
         
Başbakanın politikada yaptığını, bir başkası ticarette kopya ediyor. Ali Ağaoğlu’nun “insanların mutluluğunu istiyorum” diyerek yaptığı reklam ne denli gerçeğe aykırı ise, bir denli başbakanın tutumu ile söylemsel paralellik içeriyor. Çünkü, hedef kitleye artık en büyük yalanları yutturmak olası. Yüzbinlerce ağacı kesip, yalancı ormanda ata binmek gibi örneğin…
           
Ülkemizde kaç şair ve yazar olduğu konusunda kesin sayısal veriler yoktur. Bir ara beş bin dolayında bir sayı okumuştum. Fazla ya da az. Sonuçta binlerce kalem demek. Binlerce şair. Kaçını tanıyoruz. Çok azını… Elediklerimize belki kötü şair diyoruz. Ne dersek diyelim; iyiniyetle kalemi eline aldıysa, kendince dünyaya, dile estetik bir müdahale ve yeniden yorum yapma derdine düştüyse, niteleme ne olursa olsun, hiç olmazsa işlevsel olarak, etkinlik olarak o kişi şairdir. Kötü şair de olsa, yazısını kurduğu, sözünü kardığı barutu ıslak değildir.
     
Şairin yazarın -beğeni anlamında- kötüsü olabilir. Politikacının da kötüsü, olabilir. Ama demokratlıkta durum biraz “Ya sev ya terket, ya siyaset ya Kandil” gibidir. Siz ya demokratsınızdır, ya da değilsinizdir. Barutunuza bağlıdır yani!
         
Haftanın dizesi; “ölen kelimeler katılaşıyor elimizde” (s.k)