Baggot Street’ten eve doğru yürürken ne kadar üzgün olduğumu fark edince şaşırdım. Üzerimde artık sokaklarını ezbere bildiğim, sıcak kanlı insanlarına alıştığım bu şehirden ayrılacak olmanın ağırlığı vardı.

Dublin’e giderseniz  bir gün eğer...

İrlandalı şair Patrick Kavanagh, bir dostun kaybının ardından yazdığı şiirde suya yakın bir yerde anılmak istediğini ima eder: “Ah, beni suya yakın bir yerde hatırlayın/tercihen kanal suyu olsun hatta/o durgun ve yeşilimsi haliyle yazın tam ortasında.” Sonra, bir kuğunun boynu eğik bir şekilde özür diler gibi geçişini anlatır. Ardından da akşam olurken köprülerin üzerinde parlayan ışıkları ve suyun üzerinde salına salına ilerleyen mavnaları. “Kardeşim,” der en sonunda, “Beni kahramanlar gibi büyük mezarlarla anmaya kalkmayın sakın – kanal kenarından geçenlerin uğrayacağı bir bank yeter bana.”

Patrick Kavanagh, County Monaghan’da küçük bir yerleşim yeri olan Inniskeen’de doğmuş ve büyümüştür. İrlandalı birçok şair gibi o da taşralıdır yani. Ama yine de ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği Dublin’in yerlisi sayarlar onu. Şiirlerinde doğa imgeleri kadar bu güzel kentin sokaklarının, köprülerinin, parklarının yansımalarına rastlamak mümkündür. 1967 senesinde öldüğünde, arkadaşları onun ardından hep uğradığı Baggot Street Köprüsü’nün yakınlarında kanal kıyısında bir bank yaptırırlar. Bankın yanına da onun bu güzel şiirini koyarlar. Böylece bir anlamda şairin son arzusu da yerine gelmiş olur.

Kanal kıyısındaki bu bankı Dublin’de geçirdiğim ilk hafta keşfetmiştim. Güneşli bir günde şehri dolaşmak için yürüyüşe çıkmışken, köprünün yakınlarında iyice yorulmuş ve biraz soluklanmak istemiştim. Bankın kenarında yazılanları görünce, bunun Patrick Kavanagh’ın hatırasını canlı tutmak için yerleştirilmiş bir anıt olduğunu fark edip sevindiğimi hatırlıyorum.

Aslına bakarsanız, Dublin’de ne zaman Patrick Kavanagh bankından söz etseniz, herkes kentin kuzey yakasındaki bankı söyleyecektir. Haksız da sayılmazlar aslında, çünkü o bank çok daha gösterişlidir. Üzerinde İrlandalı heykeltıraş John Coll tarafından yapılmış çok güzel bir Kavanagh heykeli durur. Şair, bacak bacak üzerine atmış ve şapkasını dikkatlice yanına yerleştirmiştir. Kollarını kavuşturmuş dalgın dalgın nehre bakarak öylece oturur. Bankın diğer tarafı ise ziyaretçiler için boş bırakılmıştır. Kavanagh bu haliyle yoldan geçenleri kendisiyle birlikte kanalın bulanık sularına bakmaya davet eder gibidir.

Benim uzun yürüyüşlerde durup dinlenmeyi adet haline getirdiğim bank ise, her ne hikmetse, ziyaretçiler tarafından pek rağbet görmez. Ne zaman gitsem, kanalın kenarında her zamanki kimsesiz haliyle bomboş duruyor olur.

Dublin’e veda etmeme bir hafta kadar kala, yine kanal kıyısında yürüyüşe çıktım. Hava bayağı kötüydü. Çatıları uçurup ağaçları kökünden söken fırtına geçmişti gerçi. Ama tam rüzgar kesildi derken, bu sefer de hiç dinmeden yağan inatçı bir yağmurun altında kalmıştık. Yine de burada geçirdiğim sene beni terbiye etmiş olmalı ki, şemsiyemi alıp kendimi dışarıya attım.

Kanal her zamanki gibiydi. Yağmur çamur demeden dört mevsim pedal çeviren bisikletliler. Öğle tatilini mutlaka açık havada geçirmek isteyen ofis çalışanları. Dalgın dalgın dolaşan aşıklar. Kuğularla ördekler geri dönmüş mü diye baktım. Herhangi bir ize rastlayamadım. Belki de kanalın başka bir yerindeydiler.

Uzun bir yürüyüşten sonra köprüye yaklaşınca, her zaman oturduğum bankta biraz dinlenmek istedim. Yağmur dinmiş, etraf iyice sakinleşmişti. Memurlar artık ortalıkta görünmediğine göre öğle tatili çoktan bitmiş olmalıydı. Bank hala biraz ıslak görünüyordu. Yağmurluğumu serip üzerine oturdum. Güneş bulutların arasından görünmüş, havada arada bir hissedilen deniz kokusu yine burnuma gelmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldım. Kavanagh’ın şiirinde tarif ettiği sessizliğe kulak verdim. Kuğular ve mavnalar yoktu ama sonbahar yaprakları kanalın yeşilimsi suyunda yavaş yavaş ilerliyorlardı.

Derken yanıma yıpranmış ama temiz giyimli yaşlıca bir bey oturdu. Burada her zaman yaptıkları gibi benimle uzun uzun şakalaştı. Amerikalı olup olmadığımı sordu. Hayır, değildim. Ama o yine de Amerika’daki akrabalarını anlattı uzun uzun. Kendisi de gitmişti ama pek sevmemişti. Oradaki hayat buradakine benzemiyordu. Bir defa her şey çok büyüktü, çok hızlıydı, insanlar değişikti. Nasıl değişik, diye sordum. Değişik işte, dedi, jöleli sandviç diye bir şey yiyorlar. Siz de ekmeğin içine patates cipsi koyup yiyorsunuz, dedim ben de. Bunun üzerine uzun uzun güldü. İnsan çocukken yaptığı şeyler yüzünden yargılanmamalı dedi sonunda. Ayrılırken Kavanagh bankında oturduğumuzun farkında olup olmadığımı sordu. Farkındayım deyince çok memnun oldu. Büyük bir şairdi, dedi.

Baggot Street’ten eve doğru yürürken ne kadar üzgün olduğumu fark edince şaşırdım. Üzerimde artık sokaklarını ezbere bildiğim, sıcak kanlı insanlarına alıştığım bu şehirden ayrılacak olmanın ağırlığı vardı. En çok da Mary’ye veda edecek olmak canımı sıkıyordu. Mary ise sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Her zamanki gibi torunlarını görmeye gidiyor, ziyaretçilerini kabul ediyor ve sabahları bulmaca çözmeyi asla ihmal etmiyordu. Bunun bana biraz dokunduğunu itiraf etmeliyim. Ama Mary’nin gereksiz duygusallıklardan hoşlanmadığını bildiğim için pek renk vermedim.

Eve döndüğümde, onu mutfakta çalışırken buldum. Masanın üzerinde iri yarı iki ördek yatıyordu. Tüyleri yolunmuş, iç organları boşaltılmış, kemikleri çıkarılmıştı. Mary onları doldurup fırınlayacaktı belli ki.

“Bunları nereden buldun?” diye sordum ördekleri göstererek. “Kanaldan yakaladım,” dedi göz kırparak. “Misafir mi geliyor?” dedim. “Sana veda partisi yapıyoruz,” diye cevap verdi, “Zamanı geldi.”

O zaman anladım ki bu ziyafet hazırlığı benim içindi. Gözlerim doldu. Gidip Mary’ye sarıldım. O da sırtımı okşadı. “Hadi beni meşgul etme, işim var,” diye silkindi sonra. Ardından da ocakta kaynattığı kemiklere bakmaya gitti.

“Şu Kavanagh şiirini biliyor musun?” diye sordum yağmurluğumu çıkarmak için antreye giderken, “Dublin’e giderseniz bir gün eğer/Bundan yüz yıl kadar sonra/Baggot Street’te beni sorun/Nasıl davranmışım tanıdıklarıma.”

“Asıl beni soranlara ne diyecekler biliyor musun?” diye seslendi mutfaktan. “Ne diyecekler?” diye sordum. “Mezar taşıma şöyle yazacaklar,” dedi sesini abartılı bir şekilde titreterek, “İyi kadındı. Kemik kaynatırdı.”