TBMM’de baroları çoklaştırma yasası görüşülürken düzenlemeye konu olan baroların yöneticilerinin maruz kaldığı muamele, sonrasında Kuğulu Park’ta polis marifetiyle izole edilmeleri, konuyu gündemde tutmayı kendi başına önemli hale getirdi. Bugün sözü sosyolojik düşüncenin kurucularından Fransız düşünür Durkheim’e bırakmak istiyorum.

Bir yanda Fransız İhtilali’nin yarattığı altüst oluşlar, diğer yanda “sanayi devriminin” yol açmış olduğu büyük dönüşümün ertesinde Durkheim, “toplumsal düzen” sorununa odaklanır. Durkheim, kapitalist piyasa ilişkilerinin yarattığı bireyselleşme ve dağılma eğiliminin derinden farkındadır. Anomi, yabancılaşma, intihar gibi temalar üzerine yaptığı çalışmalar bu farkındalığın sonucudur. Durkheim, yaşadığı dönemin toplumsal sorunlarının ancak kamusal bir otorite aracılığıyla çözülebileceğini öne sürer. Ne var ki içinde bulunduğu dönem, devlet ve devletle ilişkili toplumsal örüntülerin de hızlı biçimde altüst oluşuna şahitlik etmektedir. Kilise, aile, lonca sistemi gibi devletle yakın ilişki içindeki kurumlar işlevlerini yitirirken yerlerine yenilerinin konulamadığı bir ortamda Durkheim, kamusal gücün devlette ölçüsüz birikmesinin otokratik bir düzeni yaratabileceğinden kaygı duyar.

Bu tür sorunların aşılabilmesi, devletle bireyler arasındaki ikincil kurumlar alanın güçlendirilmesine bağlıdır. Ancak Durkheim, geçmişe öykünmez; yeni dönemin yeni kurumlar doğurması gerektiğine inanır. Bu çerçevede, modern ulus-devletler döneminde Durkheim için devletle birey arasındaki ara alanı doldurabilecek en güçlü aday meslek örgütleridir. Meslek örgütleri sadece toplumsal değil ekonomik alanda da devletin ötesinde düzenleyici işlevleri üstlenebilecek bir yetkinliğe sahiptir.

Durkheim daha da ileri gider ve meslek örgütlerine üyeliği, belli bir belediyeye bağlı yaşamakla aynı düzeyde bir zorunluluk olmasını şu sözlerle önerir: “Bazılarının bu tür bir zorlayıcılık önerisinden duyduğu rahatsızlığı anlamakta zorlanıyorum. Bugün her vatandaş bir belediyeye bağlı olmak zorunda. Niçin aynı zorunluluk mesleklere, uğraşlara yönelik olmasın?”

Türkiye fotoğrafına bir bakalım; piyasa ilişkilerinin toplumsal yaşamı darmadağın ettiği, bireyi derin bir yabancılaşma içine soktuğu, anominin had safhada olduğu ve sayıları artan intihar haberlerinden ruh sağlığımızı korumak adına kaçındığımız bir ortamda, bu sorunlarla baş etmesi gereken devlet aygıtının AKP iktidarının elinde ölçüsüz ve keyfi bir merkeziyetçilik girdabına düştüğü bir gerçek değil mi?

Bu resimde tek eksik Durkheim idi, onu da ben çağırdım! Durkheim’i çok benimsediğimi söyleyemem. Ama vurguladığı bir temel nokta önemli; devletle birey arasında “ikincil kurumların” varlığı, toplumun ve devletin sağlığı açısından son derece yaşamsal. Oysa geçtiğimiz dönemde şahit olduğumuz en önemli yıkımlar tam da bu alanda yaşandı. Üniversiteler, sendikalar, medya, TMMOB, TTB iktidarın hedefi haline geldi. En son hedef barolar! İşte orada Durkheim, bu kurumları tahrip edersen gideceğin yer belli, diyor!

Bir sürpriz yapalım ve az benimsediğimiz Durkheim yerine hiç benimsemediğimiz liberal düşünür Adam Smith’le bitirelim:

“Sağlığımızı doktora emanet ediyoruz. Kaderimizi ve bazen hayatımızı ve şöhretimizi hukukçuların, avukatların ellerine bırakıyoruz… Bunun ödülü olarak onlara toplumda öyle bir yer vermeliyiz ki, o güvene karşılık gelmeli!”

Adam Smith’in bu lafını okurken aklımdan baro başkanlarına geçen hafta boyunca layık görülen yer ve ödüller gözümün önünden geçti. Sonra Durkheim’in meslek odalarıyla özdeşleştirdiği ara alanın Kuğulu Park’ta polis barikatları eşliğinde nasıl vücut bulduğunu düşündüm!

Tam ruhum kararmak üzereyken, ara alanın diğer tarafındaki vatandaşlar geldi aklıma. Kuğulu Park’ta polis barikatlarının arkasından sloganlarla baro başkanlarına destek veriyorlardı.

Toparlandım, baro başkanlarının önünde olmayan düğmemi ilikledim.