Taliban’ın  Afganistan’da dev Buda heykellerini yıkma görüntüsü belleklerimizde  çok taze. Bu görüntü, Afganistan’a müdahale

Taliban’ın  Afganistan’da dev Buda heykellerini yıkma görüntüsü belleklerimizde  çok taze. Bu görüntü, Afganistan’a müdahale öncesinde pek çok medya ekranlarından defalarca yinelendi. Görüntünün yeniden yeniden gösterilmesiyle, taşıdığı anlamın  ötesinin üretilmesinin sayısısız örneğini bir kez daha gördük. Böylelikle  bir anlam  üretilmesi sürecine dönüştürüldü. Üzerinde fazla düşünülmeden bilince pompalanan anlam; Taliban uygar dünyaya, kültüre, kültürel ve insani değerlere düşmandır. Taliban’ın özgür/ çağdaş dünya için düşmanlığı, ayın karanlık yüzü olduğu duygusu ile, anlam üretme fabrikalarının çokça kullanıldığı hammaddeleri oldu. Sonra da bildiğimiz askeri hareket…
Taliban’ın, heykel yıkımı dahil, yaptıklarının yanlış olmadığını savunmuyoruz elbet.
Yıllar önce, Refah Partili Kültür Bakanı İsmail Kahraman, İstanbul surlarının yıkılıp yerine apartman yapılması yollu bir demeç vermişti. O dönemde ucu  Vahabiliğe  kadar varan yoğun tartışmalar yaşanmıştı. Vahabilikte, mezarların bile olmaması, taşın ve her türlü anıtsal yapını günah kabul edildiği gerçeği, güncel tartışmaların konusunu oluşturmuştu.
Emek Sineması’nın yıkılmak istenmesi ve bu çerçevedeki tartışmalar, eskileri şöyle bir anımsamaya neden oldu.
Vahabilikte inancının mezarsız ölülerinden sonra, sinemasız, Emek Sinemasız bir Beyoğlu tartışması acaba çok mu naif kalıyor? Birikimsiz kentlerin derdine düşmek böyle zamanlarda daha zor oluyor.
Benim çocukluğumda, Fethiye’deki köyümüzde un değirmeni yoktu. Değirmen, Ksanthos Çayı’nın öte yakasındaki Çamurköy’de idi. Yaşlı bir beygirimiz vardı; adı Koca Kısrak. Sırtına buğday çuvalı yüklendi mi, yılların verdiği alışkanlıkla, doğruca değirmenin yolunu tutardı. Geçtiği çay, tanrıca Letoon’un Apollon ve Artemis’i yıkadığı “mitolojik” bir çay. Otuz kilometre ötedeki değirmeni; üstelik çayın geçiş noktaların da sektirmeden bulurdu. Hayvanın kültürü buydu!
Emek Sineması ile ilgili bunca tartışmaya karşın, içimizde yıkımın kaygısı, bu yılın Film Festivali kitapçığını almak için Emek Sinemasının yolunu tuttum.  Hem de bizim Koca Kısrak gibi. Alışkanlıkla. Vardım, baktım, kapılar kapalı. Alışkanlık, bilginin önüne geçmişti. Festival için yapılacak ilk ritüel kendi bilincimde çoktan kalıcılaşmıştı. Henüz Emek heykelini Taliban yıkmadan öncesinden kalan bir birikimdi bu!
Emek Sineması tartışmaları, Anayasa tartışmalarının çoktan gölgesinde kaldı. Burada ilginç bir çelişki var. Anayasa gibi bir üst norm olan ama en alttaki insanların yaşamanı, aşını, ekmeğini, geleceğini ilgilendiren bir tartışma, tam da tersi bir biçimde elit/azınlık bir görünüm veriyor. Oysa, mevcut siyasi iktidar ve bu siyasi iktidarın düşünsel destekçileri, merkez-çevre ilişkisinden, statükonun yıkılmasından, yetmiş yıllık elitlerin iktidarının sona erdirilmesine, sivilleşmeye ve “gerçek” demokrasiye kadar,  tozu dumana katıyorlar ne zamandır. Bu tartışmaları çok iyi biliyoruz. Bu konularda öyle bir tozu dumana katma hali var ki, bazen kendimizden şüphe edeceğimiz oluyor nerdeyse!
Bu tozun dumanın arasında Emek yıkımını görülmeyebileceğini düşünüyorlar..
Aşağıdan yukarı bir demokratik tavrın ve tasarımın sahibi olduğunu ileri süren iktidar, yıkımları yukarıdan aşağı yapıyor. Anayasa’nın demokratikleştirilmesi savunulurken, uygulamada demokratik yöntemlere  gerek duymadan her türlü karar en sert biçimde uygulanıyor.
Ortada bir Anayasa filmi çevrilirken de, sinema yıkıldığı için, filmi seyretmemiz çok zor olacak.
Haftanın acısı; Bu yazıyı yazarken otuz yıllık yoldaşım Mustafa Ulusoy’un annesinin öldüğü haberini aldım. Ölüm acısı, haftanın değil, ömrümüzün acısı…