En büyük eksik işçi sınıfı
Fotoğraf: DepoPhotos

Hakkı ÖZDAL

Türkiye’de sermaye sınıfının iki kesimi arasındaki talep ve çıkar farklılıkları, kökleri eskiye dayanan bir yatay sınıf mücadelesi olarak tezahür ediyor. 1998-2001 kriz sarmalını takip eden süreçte AKP, bu farklı talepleri bir arada yönetme kabiliyetini gösterdi. Esasen ‘iktidar olma’ konusunda en işlevli fonksiyonu da buydu. Her ne kadar 2002 seçimlerinin aritmetik sürprizinin de yardımıyla bu pozisyona bir tür zorunlu aday haline geldiyse de, özellikle 2007-2008 yıllarına kadar sermaye sınıfının tüm kesimlerinin beklentilerini bir arada yönetmeyi başaran bir performans gösterdi. Burada temel faktör, İstanbul sermayesi olarak da anılan sermaye kesimlerinin programını tavizsiz şekilde yürütürken, ‘Anadolu sermayesi’, ‘İslami sermaye’ gibi isimlerle anılan kesimlerin de ‘sabrını’ canlı tutabilmesiydi. 2007’den başlayarak siyasal alanda kazanılan mevzilerin de etkisiyle büyük sermaye karşısındaki tavizkar tutumu gevşemeye başladı. Erdoğan’ın 2010 referandumundan hemen önce TÜSİAD yönetimini “Taraf olmayan bertaraf olur” sözleriyle hedef alması ve kendi üslubuyla Türkiye’de sermayenin el değiştirmeye başladığı, TÜSİAD sermayesinin de bu yeni gerçeği kabullenmesi gerektiği yönündeki sözleri yeni bir döneme işaret ediyordu.


Burada yerimiz sınırlı olduğu için detaylara girememekle birlikte, ‘olayların fırtınası’ altında geçen 2012-2018 yılları da bu ilişkinin karmaşık, karşılıklı zikzaklar ve revizyonlarla karakterize olan bir kesitine tanıklık etti. 2018’deki seçimler ve temmuz ayında ilk ‘Başkanlık kabinesi’nin kurulmasının ardından sorunlar yeniden ve yakıcı olarak gün yüzüne çıkmaya başladı. 2019 mayıs ayında TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında yapılan konuşmalar neredeyse siyasal iktidarla sermayenin bu kesimi arasındaki yapıcı ilişkilerin sona erdiğinin ilanı gibiydi. Uluslararası kapitalizme entegrasyonu en fazla olan, holding seviyesindeki büyük sanayi burjuvazisi ve finans kapital, 2019 itibariyle kendi restorasyon programını tesis etmeye ve bu programı uygulayacak bir siyasal mümessil aramaya başlamıştı zaten.

2021 yılının ekim ayında yine bir TÜSİAD YİK toplantısında ilan edilen “Geleceği İnşa” programı, bu arayışın en somut sonucu olarak ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta sonu duyurulan İkinci Yüzyıla Çağrı vizyonu da büyük oranda bu programın müktesebatına dayanmaktadır. Bunun karşısında ise iktidarla organik ilişkiler içindeki emek-yoğun sektörlerde öbeklenmiş çeşitli ölçeklerde sanayi sermayesi ile inşaat, turizm gibi sektörlerdeki sermaye sınıfına yaslanan, sınıf örgütünü büyük oranda MÜSİAD olarak işaret edebileceğimiz, AKP iktidarı döneminde devlet destekleriyle cüssesi bir hayli büyümüş sermaye kesimi ise mevcut ekonomi-politiğin bazı rötuşlarla da olsa sürmesinden yana. Bir başka deyişle AKP ve Erdoğan bu kesimlerin siyasal mümessilliğini yapıyor.

Bu tabloda en büyük eksiklik, işçi sınıfı, emekçilerin diğer katmanları ve bütün bir halkın politik ve fiziki eksikliğidir. 12 Eylül’den beri görülmemiş bir saldırı altında olan, AKP iktidarı döneminde koşulları daha da ağırlaşan emek kesimi, Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin bu kavgada doğrudan temsil edilememektedir. Emekçilerin çıkarlarını kollayan bir ekonomi politikası, yahut böyle bir politika talebi ekseninde ortaya çıkacak siyasal hegemonya, ancak mücadele içinde, üretime ve ekonomiye emeğiyle katılan kesimler başta olmak üzere halkın geniş kesimlerinin katılımıyla ortaya çıkacak bir ‘vizyon’ olacaktır. Şimdilik bu noktadan çok uzak olduğumuzu biliyorum; Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlar, sıçramalı bir gelişimin de olanaklarını yaratıyor emekçiler için.