1980’li yıllarda Türkiye’de giderek milli kimlik değişmeye başlamıştır. Türkiye’de burjuvazi ve siyasi iktidar hunharca sınıfsal kimliğini benimsemiş, sahip çıkmış, hazlarını en teşhirci biçimde yaşamıştır. En alçak ve görgüsüz haliyle halkçılıktan vazgeçilerek, memlekette götürebildiğini götürmek ve halkı küçük görmek olağanlaşmış, hazzın dibine vurulurken insani erdemler küçümsenmiştir. Burjuvazi bu sahte oyunu sergileyebilmek için, vitrine ya da görünür düzleme büyük oranda dindarlaşma ve muhafazakârlaşmayı yerleştirmiştir. Bu haliyle ise Türkiye’de bırakın geçmişe dönmeyi ya da toplumun bin yıllık değerlerini esastan yeniden yaşatmayı, özü itibariyle geleneksel olanın çözülüşünü, tarihimizin hiçbir devresinde olmadığı denli hızla çözmüş, geçersizleştirmiş ve yıkmıştır. Türkiye’de yükselen din değil, bütün sınıfsal karakteri nedeniyle din tacirliğidir.

Tekelleşen ve merkezileşen medya sıkı bir şekilde kontrol ediliyordu; medyanın sınıfsal bir karakter kazanması, bir yatırım-iş alanı görülmesi, patronun yazar olmaması, basının iş ilişkileri için zorunlu sahip olunması gereken bir silah olarak görülmesi Türkiye’nin dönüşümünde kritik bir yer edinmiştir.

Türkiye büyük oranda 1980 sonrasında danışıklı dövüşle yönetilen ve ahlaki olarak sistemik yabancılaşmanın ve yozlaşmanın bir parçası olmuştur, bu anlamda Türkiye’de görünür yüzeydeki ilişkilerin arkasında sefaletin çürümüşlüğün ve hatta hayasızlığın her bir sahnesi vardır.

Türkiye’nin ahlaki olarak yozlaştırılması varolan iktidarın bilinçli ve kasti bir tercihidir. Bir bütün olarak Türkiye’de yeni dönemde, burjuvazi ve siyasi iktidar millete kinini kusan ve hunharca insanlığın değerlerine saldırılan korkunç bir ilişkiler ağı üretmiştir.

Bütün bu olup bitenlerden sonra, patronlar ve siyasi iktidarın ilk önce insanlık düşmanları ve ahlaki olarak çürümüşlükleri ile yargılanması, kolektif olarak işledikleri on binlerce cinayetten daha doğru olurdu. İnsanların kafasındaki geçmişin insana yüklenen değerleri ve ödevleri ile bugünküleri karşılaştırdığımızda, ortaya çıkan tablo dejenerasyondur. Çünkü varlıkları büyük oranda en genel anlamıyla “insana ihanetle” şekillenmişti. Kendilerini meşrulaştırmak için, insanı dejenere etmek burjuva sisteminin kasıtlı bir tercihi olmuştur.

Muhafazakârlaşma ve dindarlaşma tipik bir hal almaya başladı bu dönemde, ama ne yazık ki bu iki genel eğilim de en yoz halleriyle sahnelendi. Türkiye’de geleneksel olanla modernin çatışması arasında gelenekselin meşruiyetinin ve yaşanma biçimlerinin üstün gelmesi değil, aksine gelenekselin en yoz modern biçimlere bürünerek ve öncesinde hiç görülmeyen bir hızla geleneksel ve yerleşik toplumsal değerlerin çözüldüğü bir dönem yaşandı. Türkiye’de dindarlaşmanın ve muhafazakârlaşmanın yoğun olarak yaşandığı ve ön plana çıktığı yıllar, gerçek anlamda gelenekselin ve toplumsal ilişkilerin çözüldüğü yıllardır. Bu anlamda sistemin özü ile görünür yüzeyi arasındaki büyük fark, riyakârlaşmanın düzeni sürdürmek, ikna edici olmak için vazgeçilmez bir araç olduğunu gösteriyor.

Ahlak elden gidiyor mu? Ahlak gelen ya da giden bir şey değil, varolan toplumsal ilişkilerin arka planında varlık ve eylem arasındaki ilişkilerde kişinin ve karakterin anlaşılmasında anahtardır, Türkiye’de bütün ahlaki ilişkileri çiğneyen bir burjuva varken ve siyasi iktidar kendini korumak için bu ahlaki kısıtları bir engel olarak görürken, giden ahlakı götüren nedir?

Burjuvazi Türkiye’yi bugün bir devleti yönetir gibi değil, aksine bir şirketi yönetir gibi kullanıyor. Bu anlamda şirketlerin doğası gereği psikopat karakterli olduğunu bilmeyen var mıdır? Şunu unutmayın, eğer 1960-80 arasındaki solcularla bugün konuşursanız, bizzat onlar Türkiye’nin gerçek anlamda çözülüşünün, ahlaki yozlaşmasının mükemmel örneklerini size anlatırlar, içinde yaşadığımız toplumda bizzat o insanlar bu ahlaki yozlaşma nedeniyle sözleri inandırıcılıklarını yitirmiş, gerçek mağdurlarıdırlar. Bugün yükselen değerler, burjuvazinin hayatını yaşama biçimi, yaptıkları ve savundukları büyük oranda “imansızdır” ve aynı anlama gelmek üzere “insana ve onun karakterine ihanetle” şekillenmiştir.

Ne Erasmus bir orgazyumdur, ne de Anadolu kentlerini üniversiteler bozuyor. Türkiye’yi bozan, yıkan ve ahlaki olarak çürüten iktidardır ve onun hazza doymayan manevi hiçbir değere sahip olmayan yosması burjuvazidir: Önce ilkeler, hayaller, projeler ve kolektif değerler çürüdü. Türkiye’de ahlakı, gelenekseli, insani değerleri ve toplumsal hedeflerin içinde taşıdığı “kalkınarak birlikte müreffeh bir hayat sürme” iradesini yıkan SİYASİ İKTİDAR, BURJUVAZİ VE ONLARIN TERCİHLERİDİR.

TÜRKİYE’DE EGEMEN SINIF VARLIĞINI DEVAM ETTİRMEK İÇİN HAN-I HARAM KURMUŞ VE BUNA TOPLUMU MAHKÛM ETMİŞTİR.

Sabancı’nın star olduğu bir toplumda, ahlaktan söz etmek siyasi iktidarın neyini gösterir?