Gâvurların Or’da-2

Erdal Ateş

Gâvurlar

Artık okula başlamıştım. Okulu hiç sevemedim. İçine kapanık kekeme bir çocuktum. Okul dışındaki hayat, bana daha çekici geliyordu. Bir gün öğretmenimiz, nerede oturduğumuzu sordu bize. Bizim mahallede oturanlar şöyle diyordu: “Gâvurların or’da”. Öğretmen, “gâvurların or’da”yla kast edilen yerin Hava Üssü’nün karşısındaki mahalle olduğunu öğrendi. Evet, böyle diyordu herkes. Üs’teki Amerikalılara “Gâvurlar” diyorduk.

Kim bilir onlar bizim için ne diyorlardı?


Bizlerin portresi

Mahalleye çok yaşlı Amerikalı bir kadın gelirdi. Elinde büyük bir resim defteri olurdu. Çantasında da bir kutu içinde, çeşit çeşit kalemler. Bir de silgisi vardı. Kocaman bir silgi. Neredeyse sabun büyüklüğünde. Bu kadın, ağır adımlarla yolun kenarındaki evlere gelir, biz çocukların desenlerini çizerdi. Tonton bir kadındı. Mahalledekiler tanıyordu onu. Onu görünce herkes kendi evinin önüne, bahçesine davet ederdi. Bir sandalye, tabure getirilirdi oturması için. Otururdu. Ağır hareketlerle defterini açardı. Kadına rahat vermezdik biz çocuklar. Eşyalarıyla oynar tuhaf şakalar yapardık. Bu kadın hiçbir şeye sinirlenmez, kızmazdı. Hep şefkatle gülümserdi bize. Sonra bir çocuğu model yapar ağır ağır çizerdi. O çizerken yanı başına gelir onu, ellerini izlerdim. Hâlâ gözümün önünde onun desenleri. Unutmadım bugün de. Desen bittikten sonra, herkes defterin başına üşüşürdü akbaba gibi. Bir desene bir modele bakıp güler, eğlenirdik. En fazla üç portre yapardı. Kimin evinin önündeyse evin sahipleri, bu kadına çay, Türk kahvesi ya da su ikram ederdi. Bazen de tandırda o gün gözleme, bazlama yapılıyorsa ya da yapılmışsa, ona bunlardan getirilirdi. Bu kadın, yalnızca biz çocukların portrelerini yapıyordu. Sümüklü, üstü başı dökülen çocukların. Bu kadını dört gözle beklerdim. O yıllarda başlamıştı resim sevdam. Tek yaptığım, sevdiğim işti resim. Dikdörtgen sayfaların arasında, pelür kâğıt olan o resim defterleri dayanmıyordu bana. Birkaç gün içinde doluveriyordu resimle. Bu kadına yakınlık duyuyordum. Seviyordum onu. Onunla saatlerce vakit geçirmek istiyordum. Ama ne o bizi ne de biz onu anlayabiliyorduk. Herkesin bildiği, o üç beş kelime İngilizce sözcükler aynıydı sanki: Hello, gud mornig çaklıt, mani ... Bir de kolunda saati olanlara saati sorardık: Vat tayım mızıt?

Bu kadın kimdi? Bir resim öğretmeni, belki de bir sanatçıydı. Bizi çizdiği o desenler nerede kim bilir? Belki ülkesinde bir sergi açmıştır bunlarla. Şimdi onları görmeyi o kadar çok isterdim ki. Benim de bir portremi yapmıştı.

Ah, ne tatlı bir kadındı.

Belki de yıllar sonra plastik sanatlar alanında bir sanatçı olarak yaratımlarımda onun da bir etkisi vardır. Kim bilir...

Dükkân

İlkokul ikinci sınıfa geçtiğim yıl haytalıklarım da başlamıştı. Antikacı Muzaffer, işi çoktan büyütmüştü. Sütçüler’in bahçesinin kıyısına, tam yolun kenarına bir dükkân yaptı. Betondan. Mahalledeki derme çatma evlerin, dükkânların yanında Antikacı’nın dükkânı pek fiyakalıydı. Dükkânın sağında, boydan boya, üzerinde bahçe çitinin olduğu düz bir toprak tepe vardı. Antikacı, yüzü sivilceli oğluyla duvar halılarını bu bahçe çitlerine sırayla asardı. Sadece Amerikalıları değil, herkesi bir paratoner gibi kendine çekerdi bu halılar. Biz çocuklar da bayılırdık. Poker oynayan ayılar, derenin kenarında su içen ceylan ve cerenler, kara kara dumanları çıkan eski İstanbul gemileri... Hep istemişimdir, bu halılardan kendi evimizin duvarlarında olmasını. Olmadı.

Okuldan sonra Antikacı’nın dükkânının önüne gidiyorduk bazen. Dükkânda alışveriş yapan Amerikalıları izliyorduk. Dükkânın önü bazen dolup taşardı otomobillerle. Böyle olunca Antikacı’nın eli ayağı birbirine karışırdı. Deli gibi sağa sola koşuştururdu. Kimi zaman, dükkândan çıkan Amerikalıların eşyalarını arabalarına taşımalarına yardım ederdik. Onlar da bize, bozuk para ya da çiklet, çikolata, şeker verirdi. Yediklerimizin hiçbiri mahallemizin fareli bakkalında bulunmazdı. Şeker, tatlı, o zamanlar biz çocuklar için muhteşem bir şeydi. Amerikalıların verdiklerinin yanında, bizim bakkaldan aldığımız akide ya da kaynana şekerinin kıymeti harbiyesi bile yoktu.

Devamı sonraki haftalarda.