“Her ölüm erken ölüm” diyerek ölümü karşıladı Cemal Süreya. Ergin Günçe ise, “Ölüm alışsın artık bize/ Bir dans...

“Her ölüm erken ölüm” diyerek ölümü karşıladı Cemal Süreya. Ergin Günçe ise, “Ölüm alışsın artık bize/ Bir dans gibi bahçemize gelsin/ Gelsin otursun ılık minderimize…”  diyerek, yaşamı ve yaşayanı etkin, ölümü edilgen kılmıştı “gençölmek” adlı şiirinde. Her iki farklı örnekte, ölüm ve hayat çarpışmasında en çarpıcı dizeleri kurmuş şairler. Hayatla çarpışan Kamil’in erken gençölümü gibi…
Cemal Süreya ve Ergin Günçe şairdir. Bundan kuşkumuz yok. Kamil Kirman şair, romancı, öykücü değildir. Kısacası bildiğimiz bir sanat türünde ürünler vermemiştir. Ama o, bütün bu sanatların yöneldiği, son amaç olan, insanın insanileşmesine ulaşmıştı. Sanatın amacı insansa, Kamil Kirman, kamil insandı... Bir çeşit örnek “sonuçtu”. Sonsuzluğa uçtu. Bizlerden acılarla parçalar kopartarak.
Ölüm adaletsiz. Biz de tuhaf bir adalet düşüncesine kapılıp, her ölen tanıdığın arkasından yazı yazmaya zorunlu görmüyoruz kendimizi. Bu yazı, ölünden sonra yazılan “olağan” bir yazı ve olağan bir görev değil kesinlikle. Kamil, yitirilmiş bir tanıdık değil herşeyden önce. Yeri doldurulmayacak bir dost ve yoldaş. Sessiz, sakin ve kendinden emin duruşuyla bize hayatı öğreten bir hayat sanatçısı… Hrant Dink’in katlinin birinci yıl anmasında Kamil’le kolkola girdik, sessizce yürüyoruz.. Yavaş sesle bir şeylerden söz ediyoruz. O sırada yan tarafta polislerle bir sorun yaşandı. Kulağımın dibinde gürül gürül bir haykırış duydum. Döndüm baktım, sesin sahibi, yanyana yürüdüğüm Kamil. Bir saniye önce mırıl mırıl konuşan Kamil, gürül gürül haykırıyor. Ne olduğunu sordum. O da bilmiyormuş, “Usta, önce sesimizi duyuralım da, ne olduğunu sonra öğreniriz” dedi. Bu yalın örnek, onun hayata karşı tavrının ve pratikliğinin özetiydi. Yalnızların, yoksulların, işçilerin, haksızlığa uğrayanları güçlü sesi. Dostlarına karşı ise uysal bir kedi ve kadife sesli. Mazlumun, zayıfın yükünü ve pantolon düşüren ağırlıktaki Smith Wesson’u aynı kalbe sığdırmayı bilecek kadar geniş kalpli. Üstelik bunlar onun için bir ağırlık değil, her biri bir tüy hükmündedir… Herkesle barışık, çünkü başta kendisiyle – en zor olanı- barışık. Herkes biraz Kamil olsa, ne sömürü olurdu, ne zulüm ne savaş, ne açlık ne acılar… hatta ne de devrim. Çünkü kendi devrimini bile yapmış bir insandı.
Orhan Hançerlioğlu insanlığın ilkel dönemlerinde mülkiyetin başlamasını eşsiz bir kazık örneği ile verir. Başlangıçta insanlar doğayla mücadele etmektedir. Mücadele insandan insana henüz yönelmemiştir; “Doğanın ezici baskısı altında tutunmaya çabalayarak, kardeşce yaşamaktadırlar. Bilgileri, doğadan korunma yolunda gelişmektedir. Bu gelişmenin sonunda içlerinden biri çıkacak, bir toprak parçasının çevresine kazıklar çakıp, burası benimdir, diyecektir. İnsanlık tarihi, artık bu kazığı çıkarmak için çekilen acıların tarihidir….” Kamil Kirman, Hançerlioğlu’nun işaret ettiği kazıklardan en irisine  yapışıp, yerinden söken bir yoldaşımızdı.
Büyük kentin küçük hesaplarına boş verip, bir köyde toprağa basarak, ürün yetiştirerek yaşamayı düşlüyordu. Zaten hep düşleri vardı. Ama ayakları da toprağa basan bir düşçüydü. Son görüşmemizde, aşkla topraktan söz ettiğinde, kazık örneğini anımsatmıştım. “Ben toprağa kazık çakmayacağım, emek ekeceğim usta” dedi, onu tanıyan herkesin iyi bildiği geniş gülümsemesi ile. Günümüzün hep “Daha çok, daha çok” diyen tüketim ideolojisine, “Hayır, daha az” diyen bir yanıttı bu.
Kamil Kirman’ı tanıyan bizlerin kaybı çok büyük ancak, onu tanımayanlarınsa, tanımadıkları için kaybettikleri çok daha fazla; söze sığmaz, yazıya gelmez. Arkasından yapmamız gereken; biraz  daha özveri, biraz daha hoşgörü ve sadece insan sevgisi.... hepsi bu.
Gitti güzel dost. Can Yücel’den mülhem söyleyelim; ne kadar çok söylesek o kadar az. Sözün gücü yetmiyor, aşamıyor Kamil Kirman’ın anısını. Ne kadar söz söylesek, o kadar eksik.
Bu arada,
smit vesson nasıl yazılır,
yürekte tabanca,
tabancada yürek nasıl taşınır,
unutmuşum Kamil,
Hatırlat!