Münevver Ayaşlı’nın eşi Lüsyen Hanım’dan duyduğuna göre 1927’de Şair-Azam Abdülhak Hamit’e Nobel Edebiyat Ödülü verilmek istenir.

Ankara’dan İsveç hükümetine gönderilen haberde “Abdülhak Hamit eski rejimin adamıdır, yeni nesil edebiyatını temsil edemez. Bizim adayımız Ruşen Eşref Ünaydın’dır.” denmektedir.

Tabii İsveç’ten bir cevap gelmeyecektir. (İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim, Timaş)
Ayaşlı’ya göre Türk edebiyatı böylece Nobel Edebiyat Ödülü’nden mahrum kalacaktır.

Cumhuriyet Dönemi’nin tanınmış dilci ve yazarlarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın Osmanlıyı çağrıştırdığı için “hünkâr beğendi” adını sevmediğini, bu nedenle “beğendi” yaptığını da buraya not edelim.

Ayaşlı, bu konuda Ruşen Eşref’in eşi Saliha Hanım’dan duyduğu bir hikâyeyi de nakleder.

Saliha Hanım anlatıyor:

“Ailemde yemekte harem ağaları hizmet ederler. Bir gün ‘Ne yemek var’ diye yemek listesini harem ağalarına sorduk. Harem ağaları bütün yemekleri saydılar. Yalnız bir yemeğin adını söylemediler.”

Harem ağaları Ruşen Eşref’ten korktukları için yemeğin adını söylemekten çekiniyorlardır.

Bu yemek hünkâr beğendidir.

Israrlar sonucu harem ağaları yemeğin adını söylerler, ama yalnızca “beğendi” olarak…

Aslında “beğendi”li bir Nobel Edebiyat Ödülü’müz olacaktı, yazık!

Biz yine dönelim Nobel Edebiyat Ödülü konusuna…

20. yüzyılın önemli düşünce adamlarından, gazeteci, yazar Celal Nuri İleri, yıllar sonra “İkdam” gazetesinde Nobel Edebiyat Ödülü’nün Abdülhak Hamit’e verilmesini yeniden gündeme getirecektir.

Abdülhak Şinasi Hisar’a göre Celal Nuri’nin yazıları “Ne bizde ne de Avrupa’da layık oldukları aksi sedayı uyandıracaktır.” (Cumhuriyet, 05 Şubat 1931)

Abdülhak Şinasi, “Fakat aynı projeyi artmış bir hak ve çoğalmış bir umut ile izlemenin sırası gelmiş olduğunu sanıyorum” dedikten sonra Nobel Edebiyat Ödülü üzerine düşündüklerini yazacaktır.

Abdülhak Şinasi’ye göre Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan her millete mensup yazarlar içinde bazıları Abdülhak Hamit’le kıyas edilmeye layık değildir ve bunların eserleri edebi kıymetleri itibariyle onunkilerin çok altında kalmaktadır.

“Böyleyken onlar ayarında başka yazarlara verilmekte devam edilecek olan bu ödül -eğer biz gerektiği gibi bir çalışma göstermeyecek olursak- Abdülhak Hamit’in eserlerinden de daha yıllarca söz edilmeyecektir.

Çünkü bunlar Türkçe yazılmıştır. Türkçe ise Batı dünyası için hâlâ bir muamma gibi kalıyor ve bundan dolayı her Türkçe eser, eski zaman hanımı gibi, sanki sıkı bir peçe ile örtülüdür.”

Söz Abdülhak Hamit’ten açılmışken sürdürelim.

Şair-i Âzam üç evlilik yapmıştır: “Makber”i yazdığı Fatma Hanım, Fatma Hanım’a benzediği için İngiliz Nelly Hanım ve ölümüne kadar da Lüsyen Hanım…

Abdülhak Hamit, özel konuşmalarında zarif, ince ve nüktedandır.

Bir gün, akıldan yana epey eksik olan Florinalı Nazım’ın ısrarlı davetini kıramamış, evine gitmiştir.

Akşam Süleyman Nazif, “Efendimiz, bugün sizi aradım, yoktunuz... Nerelerdeydiniz?” diye sorunca, Abdülhak Hamit gülümseyerek cevap verecektir:

“Tımarhanedeydim!”

Fatma Hanım’ın ölümünden sonra şairi evlendirmek isteyenler, ona Çamlıca’da bir güzelden söz ederler.
Abdülhak Hamit, “Ben görmeden evlenmem,” der.

Ertesi gün, ipek maşlah içinde sülün gibi bir tazeyi şaire takdim ederler.

Güzel kız, saygıyla eğilerek Abdülhak Hamit’in eteğini öpecek, sonra da geri geri çekilerek odadan çıkacaktır.
Biraz sonra, beğendirdiklerinden emin bir neşeyle odaya girenlere Abdülhak Hamit, şöyle diyecektir:

“Ayol, ben sizden kız istedim, kaz değil!”