IMF’nin kâbusu
Piyasacı iktisatçılar yıllarca Derviş döneminin programını uyguluyor diye iktidara destek verdiler. Şimdi yüksek cari açık ve eriyen döviz rezervleri nedeniyle dış kaynak gereksiniminin IMF’den karşılanabileceğini düşünüyorlar.
IMF-Dünya Bankası (DB) 2023 Bahar Dönemi toplantıları dün Washington’da başladı. Başta ABD Merkez Bankası FED, para otoritelerinin enflasyonla mücadele gerekçesiyle yaptıkları faiz artışlarının ekonomik durgunluğa sebep olması endişesi henüz giderilemedi. IMF Genel Direktörü Kristalina Georgieva küresel ekonomiye ilişkin orta vadeli beklentilerin 1990’dan beri en karamsar noktada bulunduğunu belirtti.
KAPİTALİZM ZORDA
Geçtiğimiz haftalarda DB Düşen Uzun Vadeli Büyüme Beklentileri başlıklı bir rapor yayımladı. Editörlüğünü Ayhan Köse ve Franziska Ohnsorge’nin yaptığı çalışma, 2023-30 arasında ekonominin enflasyon yaratmadan büyümesi olarak tanımlanan potansiyel büyüme oranının tüm dünyada düşme eğilimine gireceğine işaret ediyor. Metinde son üç yılda yaşanan Covid-19 pandemisi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi şok gelişmeler bir yana bırakılsa dahi büyüme ve refah artışını ateşleyen tüm etmenlerin zayıfladığının altı çiziliyor.
DB’ye göre yatırımlarda ve toplam faktör verimliliğinde belirgin gerilemeler gözleniyor. Küresel emek gücü yaşlanıyor, uluslararası ticaret yavaşlıyor. Büyümedeki bu zayıflama eğilimi, hele bir de önde gelen ekonomilerde finansal krizler patlak verirse potansiyel büyümede kalıcı hasarlar yaratabilir. Büyümede böyle ısrarlı ve yaygın bir gerilemenin ortaya çıkması halinde, DB’nin yükselen piyasa ve gelişmekte olan ülkeler (bundan sonra GOÜ) diye tanımladığı Türkiye’nin de aralarında bulunduğu grupta yoksullukla mücadelede, iklim değişikliğini göğüslemede ve diğer kalkınma hedeflerini gerçekleştirmekte büyük sıkıntılar baş gösterebilir.
DB’nin bulgularına göre, küresel büyüme temposu 2010’da %4.5 iken 2023’te %1.7’ye kadar geriledi. GOÜ’lerde 2011-21 aralığında kişi başına gelir gelişmiş ülkelerin %2’nin üzerinde arttı. Ama bu 2000-10 dönemindeki %3.4’lük farkın oldukça altındaydı. Yapılan projeksiyonlar küresel büyümenin 2022-30 döneminde %0.4 daha düşerek ortalama 2.2 civarında seyredeceğini söylüyor. Yavaşlamanın yarısı toplam nüfusun ve çalışma yaşındaki nüfusun artış hızının düşüşü, işgücüne katılma oranının gerilemesi gibi demografik faktörlere bağlanıyor. GOÜ’lerdeki potansiyel büyüme ise, %1 düşüşle %4.0’a yavaşlayacak.
GOÜ’lerdeki yatırımların büyüme hızı da aynı dönemde Latin Amerika ve Güney Asya bir yana bırakılırsa %0.3-1.8 arasında ivme kaybedecek. Dış ticarette kompartmanlaşma, “dost” ve “yakın” ülkelerin tercih edilmeye başlanması olgusu da önceki on yıla göre büyüme hızını %0.4 kırpacak. Hizmetlerde ise özellikle yüksek becerili personelin görevini uzaktan yerine getirebilmesi büyümeye olumlu katkı yapacak.
Artık DB’nin şifreli dilini terk edersek, kapitalizmin uzun dönemli durgunluk eğilimi yakında kendini hissettirecek, finansal krizlerin nüksetmesi halinde daha da olumsuz bir tablo ortaya çıkacak. ABD ve Çin’in başını çektiği küresel hegemonya savaşı da bunun tuzu biberi olacak.
IMF DE KARAMSAR
Georgieva da, küresel büyümenin son yirmi yıllık ortalaması %3.8’ın belirgin biçimde altına gerileyerek önümüzdeki beş yılda %3 civarında beklendiğini söyledi. 2023’e ilişkin büyümenin yarısının Çin ve Hindistan kaynaklı olacağı tahmin ediliyor. Ekonomi ABD ve Avro bölgesinde ise yavaşlama belirtileri gösteriyor.
IMF Genel Direktörüne göre en zor durumda bulunanlar, bekleneceği üzere, hem yüksek faiz maliyeleri, hem de ihraç ürünlerine talebin zayıflaması nedeniyle düşük-gelirli ülkeler. Bu ülkelerde yoksulluk ve açlığın derinleşmesi tehlikesi bulunuyor.
ABD-ÇİN REKABETİ IMF’YE DE YANSIYOR
Peki IMF bu durumda ne yapıyor? ABD ile Çin arasındaki küresel hegemonya mücadelesinin kuruma da yansıması nedeniyle adeta eli kolu bağlı kalmış durumda. Bu konunun ayrıntılarına girmeden önce isterseniz IMF’nin bugünün Türkiye’sinde nasıl algılandığına bir bakalım.
Bizdeki piyasacı iktisatçılar yıllarca AKP Kemal Derviş döneminde tasarlanan programı uyguluyor diye iktidara destek verdiler. Bu kemer sıkma reçetesinin hem emekçiler aleyhine gelir ve servet dağılımını bozmasına aldırış etmediler, hem de ülkedeki otoriterleşmeye, gerici uygulamalara göz yumdular. Varsa yoksa bütçe disiplini, sermaye akışlarının serbestliği diye onay verdiler. Ancak iş çığırından çıktıktan sonra eleştiri dozunu yükseltmeye başladılar. Şimdi de yüksek cari açık ve eriyen döviz rezervleri nedeniyle Türkiye’nin dış kaynak gereksiniminin IMF’den karşılanabileceğini düşünüyorlar. Ana akım muhalefetin seçimi kazanması halinde de, ekonomi yönetiminin IMF disiplini altına girmesini arzuluyorlar.
Gelgelelim IMF kaynakları yetersiz ve karar mekanizmaları felç olmuş durumda. 80’lerde yaşanan Latin Amerika ve 90’lardaki Asya ve Rusya borç krizlerinden sonra çoğu ülke yaşananlardan ders çıkardı, döviz rezervlerini güçlendirdi, bir daha IMF sultası altına girmek istemiyor. Dış borç ödeme zorluğu içine düşenler daha çok Afrika ve en yoksul Asya devletleri. Ne var ki, geçmiş borç erteleme pratiklerinden farklı olarak, bu ülkelerin en büyük alacaklısı Çin.
Bilindiği gibi IMF’nin başında 1945 Bretton Woods Anlaşması’ndan beri bir Avrupalı bulunsa da, Fon’da en fazla ABD’nin borusu ötüyor. Zaten karar almak için IMF yürütme kurulunda %85 oy gerekiyor. ABD’nin %17’lik oy hakkı fiili veto anlamına geliyor.
Geçmişte bir ülke dış borç ödeme güçlüğüne düştüğünde, IMF öncülüğünde Paris Kulübü denilen alacaklı ülkelerin devlet yetkililerinin de katıldığı bir platformda borçlar yapılandırılırdı. Genellikle borç indirimlerinde zararların çoğu kamuya yıkılır, özel sektör göreceli az bedel öderdi.
DENGELER DEĞİŞTİ
Şimdi Çin devreye girince dengeler değişti. The Economist’in 19. Caddede Kabus (IMF’nin Washington’daki lokasyonu) diye yaptığı habere göre şu anda dış borcunu ödeyemeyen 21 ülke bulunuyor. Toplam borç bu ülkelerin GSYH’sinin %93’ü 1.3 trilyon dolara ulaşıyor. (The Economist, 8 Nisan 2023). Alacaklıların başında Çin geliyor. IMF özel sektörün değil, kamu kurumlarının alacaklarından daha fazla feragat ettiği bir model öneriyor. Çin’in kredileri daha çok kamu bankalarına ait olduğu için, bu çözüm önerisi Pekin’den kabul görmüyor. Borçlu yoksul ülkelerde zaten ekonominin berbat durumda olması nedeniyle işler her geçen gün kötüye gidiyor.
ABD ise Ukrayna’da Washington merkezli darbe sonrası başkan Poroshenko döneminde Rusya’nın yeni yönetimin borçlarını yapılandırmaya yanaşmaması sonrası cezalandırılması gibi bir çözüm öneriyor. Buna göre Çin inatçılık yaptığı gerekçesiyle devre dışı bırakılacak, söz konusu ülkeler ona olan borçlarını geri ödemeyecek, ticari ilişkilerini soğutacak. Buna karşın ABD öncülüğündeki Batılı ülkelerden şefkatli bir yaklaşım görecek.
ABD, kuralların işletilmesi Çin’in işine geliyor diye Dünya Ticaret Örgütü’nü zaten felç etmiş durumda. Şimdi de IMF üzerinden arada kalmış ülkeleri, “ya benden yanasın ya da bana karşısın” mantığıyla taraf olmaya zorluyor. Büyük ölçüde kurallarını kendi koyduğu kapitalist küreselleşme tasarımını artık Çin’in değirmenine su taşıyor diye kendi imha ediyor.
Bu IMF ve başka zeminler eksen alınarak sürdürülmesi gereken uzun bir tartışma. Ama burada bizi asıl ilgilendiren, seçim sonrası şipşak Türkiye’nin imdadına koşacak bol likidite tedarikiyle ekonomiyi yüzdürecek bir IMF’den söz edilemeyeceği gerçeği. Zaten kısıtlı kaynaklarıyla onun muhatabı daha çok küçük yoksul ekonomiler. Tek orta gelir grubu müşterisi Arjantin kaldı. Geçtiğimiz yıl 44 milyar dolarlık bir kurtarma operasyonu geçiren Arjantin bile Türkiye’ye göre oldukça küçük bir ekonomi sayılır.
Özetle, 14 Mayıs sonrası kimse hesaplarını IMF’ye güvenerek yapmasa iyi olur.