Geçtiğimiz hafta, Başbakan, kısa bir süre önce azarladığı esnaf kesimine yönelik ‘kurtarma paketini’, bu kesimden temsilcilerin de

Geçtiğimiz hafta, Başbakan, kısa bir süre önce azarladığı esnaf kesimine yönelik ‘kurtarma paketini’, bu kesimden temsilcilerin de katıldığı bir basın toplantısıyla, kamuoyuna açıkladı. Ancak, paketin içeriği güme gitti. Çünkü basın toplantısının bir noktasında, Başbakan bu kez fırçasını genel olarak sanayicilere,  ama özel olarak da, tekstil sektöründekilere doğru çevirip, önce yukarıdan aşağıya, sonra da aşağıdan yukarıya doğru, artık klasikleşen darbelerini vurdu;
“Ben nasıl daha fazla kazanırım, derken, orada insanımızın sömürüsü yapılıyor, emek sömürüsü yapılıyor. Bu kadar açık konuşuyorum. Özellikle bunu tekstil sektöründe çok acımasızca görüyoruz. Özellikle bunu bayanların istihdam edildiği yerlerde çok acımasızca görüyoruz. Ve sosyal güvence noktasında bile bu tür acımasız davranışların olduğunu görüyoruz. Şimdi sıkıştırdıkça da bunlar aslında yasal olarak var, sıkıştırdıkça bu defa feryada başlıyorlar. Ama biz artık üzerine üzerine bu işin gidiyoruz, gideceğiz”.
Böylece, “demokratikleşme projesinden” sonra, geçen hafta itibariyle, işçi sınıfının sömürüsüne karşı mücadelenin öncülüğünü de, Başbakan Tayyip Erdoğan’a kaptırmış olduk! Üstelik kendisine, feministlerin işçi sınıfını her şeyin önüne koyanlara yönelttiği eleştiriden de muaf bir konum tanımlamış durumda. İlgili tüm taraflara hayırlı uğurlu olsun!
Başbakan’ın çıkış(mas)ına yönelik olarak çeşitli değerlendirme ve haklı eleştiriler yapıldı. Kamu sektöründe izlenen ücret politikası, kamuda taşeronlaştırma ve sözleşmeli çalıştırma, TEKEL işçilerinin durumu, hükümetin eleştirdiği ücret ve sosyal güvenlik sorunlarına yönelik uzun sayılabilecek iktidar döneminde kılını kıpırdatmaması gibi konular gündeme getirilerek, Başbakan’ın son çıkışıyla içine düştüğü tutarsızlıklara dikkat çekildi.
Yapılan eleştirilerin yerindeliği konusunda şüpheye yer yok. Ancak bu tespitlerin dikkate almadığı önemli bir konu var. Bu çerçevede, şu soru önemli; başbakan işverenlere yönelik yaptığı uyarıda samimiyetsiz mi? Yani sıradan bir popülist siyasetçi profiliyle mi karşı karşıyayız? Yukarıdaki değerlendirmeler bu soruya evet yanıtını veriyor. Ancak biraz daha dikkatli bir bakış durumun bir miktar karışık olduğunu gösteriyor.
Tezim şu; yukarıda özetlediğimiz görüşünde, Başbakan belli bir samimiyete sahip; yani inanarak söylüyor. Ama tam da bu nedenle, toplumsal geleceğimiz açısından, keşke samimi olmasa dedirtecek nitelikte bir vahametle karşı karşıyayız.
Başbakan’ın kurguladığı kapitalizm liberal kapitalizm değil; kapitalizmin temel mantığı ve ilişkilerini sorgulamamakla birlikte, organik bir sürümünü istiyor. Yani özel mülkiyete, sınıfların varlığına itirazı olmamakla birlikte, sınıf çelişkisi ve mücadelesini öngörmüyor. Tam tersine, organik toplum kurgularında olduğu gibi, sınıflar arasında bir işbirliği ve tamamlayıcılık varsayıyor. Kapitalist girişimciyi, kâr hırsının ötesine geçebilen, bir patriyark olarak görmeyi arzuluyor; aile kurgusu içinde, çocuğuna bakar gibi bakmasını istiyor işçisine. Kadınlar üzerine yaptığı vurgu da aynı ataerkil aile kurgusunun parçası.
Bu arzu aynı konuşmanın bir başka bölümünde kendini daha iyi gösteriyor. Diyor ki, Başbakan;
“TOBB’a şunu söylüyorum; her şey bu malum kaynaklarla yürümemeli. Eğer TOBB ‘benim 1 milyon 300 bin üyem var’ diyorsa, biz diyoruz ki ‘siz birer kişi ilave alsanız, ortalama istihdam etseniz bu üyelerinizi batırır mı? Hayır batırmaz. Batırmayacağına göre birer kişi istihdam edin’. Birer kişi istihdam ettiği anda, 1 milyon 300 bin kişinin veya 1.5 milyon kişinin istihdam alanına girdiği anda işsizlik oranını nereye getireceğini tasavvur edin”.
Başbakan’ın bu tavrını nasıl anlamalıyız? Kanımca, iktidarını sağlamlaştırdıkça ve sermaye karşısında belli bir özerklik elde ettikçe, otoriterliğini artıran bu konum, her geçen gün organik toplum kurgunu daha da içselleştiriyor. İşçisi karşısında, kapitalist girişimciye partriyark tavrı öneren Başbakan’ın bu arzusunun gerisinde, daha büyük ve hiyerarşik bir proje var; kendisini toplumun en tepesine baş patriyark olarak koymak. O yüzden çelişkiden, karşı çıkışlardan hoşlanmıyor. Eleştiriler karşısında kolayca çileden çıkmasının nedeni de temelde bu büyük patriyarklık düşü ve arzusu (*).
Öte yandan, iş dünyası belli bir mahcupluk içinde, Başbakan’ın değerlendirmelerine katılmadığını ifade etti. Bu tepkiler arasından bir tanesi ilgi çekiciydi. Tekstil sektöründe olduğu kadar, CHP içinde de girişimciliğiyle tanınan işadamı Umut Oran, Başbakan’ı kışkırtıcı olmakla suçladı;
“Son 20 aylık süreçte fabrikaların bacaları emekçi-girişimci dayanışmasıyla tütebildi. Bu fedakârca yapılan bir dayanışma. Fabrikalar kapanmasın diye maaşını geç almayı, hatta maaşının düşürülmesini talep eden emekçiler oldu. Bu söylem, bu dayanışma ortamını bozar. Çok provokatif, barışı tehdit eden bu söylem çok yanlış”.
İlgi çekici olan, Başbakan’ı protesto etmesine karşın, bu anlayışın da organik toplum modeline bel bağlıyor olması. O zaman çok şikâyet edecek bir durum yok. Başbakan bu büyük organik ailenin babası olarak, hem sever hem döver; bakın bir kaç ay önce azarladığı esnaf için, şimdi de kurtarma paketi sunuyor. Sıranızı bekleyin, bir kaç ay sonra, tekstil sektörüne yönelik olarak bir babalık yapıp, bir pakette size hazırlatır. Sonra siz de, tıpkı esnaf temsilcileri gibi, basın toplantısına katılır, memnuniyetinizi ifade edersiniz.
Kötü haber kuşkusuz toplumcu güçlere! Çünkü, Başbakan’ın toplumu hiyerarşik bir organizma gibi düşündüğü bu kurgu, en azından emek-sermaye ilişkisi çerçevesinde gerçekleştirilebilir değil. Ne işveren işçilere babalık yapabilecek durumda, ne işçilerin babaya ihtiyacı var, ne de başbakanın kendisi bu toplumun patriyarkı olabilecek yetilere sahip. İşte tam o noktada, bütün bu başarısızlığın fatura edilmesi gereken bir suçluya, düşmana ihtiyaç olacak. Bilin bakalım bu düşman kim olacak?
(*)    Yazıyı tamamladıktan sonra, gazetelerden Başbakan’ın Başkanlık sistemine geçme konusunda, toplum isterse ben hazırım dediğini öğrendim.