“Eğer bu ülkenin otoriteleri, Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, inanın Türkiye bugün bu noktada olmazdı

“Eğer bu ülkenin otoriteleri, Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, inanın Türkiye bugün bu noktada olmazdı.”
“Bazen bir plan, bir sekans, bir replik yüzlerce, hatta binlerce sayfada anlatılandan daha fazla durumu açıklayabilir.”
Bunlar mübarek başbakanımızın sözleri. Ben de efendi bir yurttaş olarak bunların  üzerinde düşündüm. Zaten öteden beri çeşitli eskimiş sanatçıların dillerinden ‘başbakanımızın muhteşem kültür sanat konuşmaları  üzerine’ tuhaf övgüler duyuyordum. Nedense bunlara hiçbir zaman inanamadım. Gerçek inancım ise, başbakanın sözlerinde etkileyici cümleler ve çok önemli alıntılar bulan ‘eskimiş sanatçılarımızın’ fikirle, düşünceyle, sanatla, estetikle, felsefeyle ilişkilerinin pek eskimiş oldukları, daha gerçeği ise hiçbir zaman derinlikli kurulmamış olduğu yönündeydi. Bu insanlar ısrarla ‘güzel konuştuğunu’ vurguladıkları başbakanımızın konuşmalarını ‘bilirkişilerinin’ hazırladığını, kendisinin büyük oranda bunların sadece okuru-seslendiricisi olduklarını belirtiyorlardı. Ama şeytan beni sürekli dürtüklemeye devam ettiği için mi yoksa felsefe ve sanat tarihiyle derinden ilgilendiğim için midir, bilinmez, ben bu konuşmaları pek yavan, hatta daha doğrusu özel bir kabalık taşıyan ‘pek ilkelce nutuklara’ benzetirim.
Biraz daha açmaya çalışayım.
Sevgili dostlar, düşünelim. Hem de bunlar örneğin geçmişte Yılmaz Güney’e bu kadar saldırıyorlardı, bu kadar yasaklanması için çalıştılar, bugün ne oldu da “Yılmaz Güney’in sözleri”ni çok önemsiyorlar noktasında değil. Bir an için ‘unutulamaz olan geçmişi bir kenara bırakalım’. Peki, söyleyiniz bana. Bu ülkenin yöneticileri, eğer geçmişte ya da bugün Yılmaz Güney’in sözlerine kulak verselerdi, yani bunları önemseselerdi, o zaman AKP iktidar da olur muydu? Bugünkü iktidarı, hatta onun herhangi bir açılımını Yılmaz Güney’in desteklemesi mümkün mü? Yani, Yılmaz Güney’in örneğin TEKEL direnişinin üzerine 7 bin polisle saldırmasını onaylamasını düşünebilecek tek bir insan var mıdır?
Peki, ikincisine geçelim. Yani yüzlerce, hatta binlerce sayfadan daha açıklayıcı plan meselesine. Sevgili dostlar, bütün gerçek sinema sanatçıları sinemasal anlatımın sınırlılıkları üzerine çok şey söylerler. Hatta belirli metinlerin sinemasal olarak anlatılıp anlatılamayacağı, sinemanın ham maddesinin bunun için yeterli olup olmadığı konusunda sinema tarihinde pek çok tartışma vardır. Sinema dili ve sinema yetersizdir demek, artık geçmişin tuhaf yalanlarından birisi oldu, ama metnin itibarsızlaştırılması da saçmadır. Bir plan ya da sekans yüzlerce/hatta binlerce sayfada anlatılandan daha çok insan tarafından seyredilebilir, ama eğer metin çok önemliyse, ondan daha fazla açıklayıcı olamaz. Bu bir hacim meselesidir. Metnin de bir hacmi ve anlatım gücü vardır. Ama ne oluyor? Sinemacılarla buluşuluyor, onları kendi projeleri için harekete geçirmek istiyorlar, ondan sonra gelsin ‘bir aşırı övgü’, gelsin ‘sanatlarının muhteşem gücü’ne vurgu, gelsin tuhaf şişirmeler. Ben bu konuşmalarda bilgelik değil, yavanlık görüyorum, kusuruma bakmayın.
Bakın, AKP döneminde anadilde eğitim almak için üniversitelerde dilekçe veren arkadaşlarımız soruşturmaya uğradı, kimisi üniversiteden atıldı. Herhangi bir insanın Yılmaz Güney’in anadilde eğitime karşı  çıkabileceğini ben düşünmüyorum. Peki, şu emperyalizm meselesi ne olacak? Yani Yılmaz Güney’in Amerikancı olabileceğini düşünebilen birisi var mı? Ama ne oluyor, sonuç olarak Yılmaz Güney gerek bu ülkenin sanatçıları nezdinde, gerekse dünya sinema tarihinde çok önemli bir yeri olan sanatçı. Ondan destek almak için, geçmişin yüz akına bir övgü düzülüyor, onun fikirleriyle ve sanatsal yaratımıyla uyumsuz kendi programları için Yılmaz Güney ‘kullanılıyor’.
Şimdi bir başka örnek vermek istiyorum: Tarık Zafer Tunaya Merkezi’nde salı günü Semih Kaplanoğlu ile kendi sineması üzerine bir panel vardı. Konuşmacılar Nihal Bengisu Karaca ve Faysal Soysal ile Kaplanoğlu’dan oluşuyordu. Tartışıyorlar, ama sevgili dostlar dile getirilemeyecek derecede yavanlık ve o denli büyük yanlışlarla. Örneğin Kaplanoğlu’nun filmlerinde uzun planların kullanılmasına övgü düzmek için, Eisenstein ile Bazin arasında bir karşıtlığa gidiyorlar. Kulaklarıma inanamadım, ama kürsüden düpedüz Eisenstein’in tek bir çekime inanmadığını, hatta tek bir çekimin anlamsız olduğunu, hızlı kurguya önem verdiğini söylediler. Bazin’in ise uzun planlara bir meşruiyet verdiğini. Bir diğeri ise Amerikalı başarısız bir sahafın duygusal olarak Yumurta’ya kendini çok yakın hissedebileceğini iddia etti. Daha da büyük iddiası ise kendisini ‘yavanlık kraliçesi’ yapacak düzeydeydi. Nuri Bilge Ceylan ile Kaplanoğlu’nun filmlerinde taşranın anlatıldığını, Bilge’nin taşrasının sıkıcı ve kaçılması gereken bir yer olduğunu, Kaplanoğlu’nun taşrasının ise ‘bir kendine dönüş mekânı olduğu’nu iddia etti.
Eisenstein’dan başlayalım: Eisenstein için tek bir çekimin anlamsız olduğunu söylemek saçmadır, son derece bilimsel olarak bir sahnenin kendinden öncekiyle ve sonrakiyle etkileşim içinde anlam kazandığını, tek bir sahnenin değil bağlamın çok daha önemli olduğunu anlatır. Buna karşı çıkacak insan ise yalnızca cahil olabilir. Ritim ve kurgu yönünde yazdıkları yüz yıldır üniversitelerde okutulur, hâlâ büyük önem taşırlar, ama arkadaşların söyledikleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Eisentein’ın kurgu yaklaşımını eleştirebilirsiniz, ama yapısını bozmadan inceleyerek karşı eleştiriyi inşa etmelisiniz, tıpkı Bazin gibi. Hızlı ritim taraftarı da değildir zaten.
Nuri Bilge’nin taşrasının sıkıcı olduğu tezi yalnızca ‘Mayıs Sıkıntısı’nın adında vardır. Örneğin aynı Mayıs Sıkıntısı’nda babanın kendi ağaçları için ne kadar canla başla uğraştığını düşündüğümüzde, taşranın insanlarının birbirleriyle sürtüşmelerine baktığımızda tablo çok daha değişik olarak konmaktadır. Eğer delikanlımızın taşradan kurtulmak için göç etmeyi kafasına koymasını düşünüyorsak, bu karakterin şehre eğlence için gelmediğini zaten biliriz. Gerçekliğe sadakat değerlidir, birincisi, ama anlatılan gerçekliği en ilkel düzeyinde ifade etmekten kurtulmak çok daha önemlidir. Örneğin Süt filminin taşrası sevgili şair olmak isteyen kardeşimiz için muhteşem taşra güzellikleri içinde, inanılmaz zengin ruh halleriyle umut dolu, sevgi dolu, büyük ideallerin yaşam mekânı mıdır? Ne yapacağız şimdi?
Hakikaten Türkiye’de benim gibi biçareler, kürsüyü ele geçiren İslamcı cenahtan insanların efsanevi bilgelikleri, pek derin muhabbetleri, akıl almaz mantık yürütmeleri, kısacası muhteşemlikleri ölçüsünde pek yeise kapılıyorlar.
İki isim ve bir rahatça abes cümle kurabilmek, bugün bir marifete dönüşmüş durumda. Bu iş bayağı komikleşmeye başladı: süreci izleyince ben Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi oyunundan bir bölüm aklıma geliyor. Can Yücel’in deyimiyle yüce iktidarımızın bölgedeki temsilcisinin oğlunun adı Kazboku’dur. Kazboku’nun dişini çıkarmasından ilk adımını atmasına kadar her şey kentin atmosferini değiştirir. Bunlar iki cümle kurabilince, cümlelerin pek bir derinliği bile olmasa, ama adam cümle kuruyor diye hemen kürsülere çıkartılıyor. ‘Pek masum halkımız’ ise bunları inanılmaz bir masumlukla dinliyor. Geçmiş olsun.