Eğer yaparlarsa bile kimin kiminle koalisyon yapacağını bilmiyorum ama hangi zihniyetle koalisyon yapılmayacağını ve kimden hesap sorulması gerektiğini gayet iyi biliyorum. Çünkü biz en bedbaht günlerde bile pencereden dışarı baktığımızda güneşi görebildiğimiz için yalnızca şükretmedik. O güneşi görebildiğimiz için ömrünü verenleri minnetle ve şerefle yâd ettik. Çünkü bize, bizim büyüklerimiz “Pencereden baktığınızda güneşi esirgemiyorsa gökyüzü, birileri yaşadığınız günlerin bedelini ödediği içindir” demişlerdi de tarihimizi aklımıza mıh gibi çakmışlardı.

Çünkü biz biliyorduk ki bedel bazen bir kadının kanamasıydı: “Çoğu arkadaş stresten adet olamıyor, bunun yarattığı bir takım hastalıklar yaşıyorlardı. Aşırı sinir, şişmanlık, terleme vs. Adet görenlerimiz ise, keşke biz de olmasaydık diye her ay neredeyse dua ediyorduk. Çünkü koğuşta pamuk, bez, ped gibi korunmaya yönelik malzemeleri bulundurmak yasaktı. Kanaması olan arkadaş gardiyanı çağırıp tekmil vererek bir miktar pamuk alırdık. Tekmili şöyle verirdik; “N. Ç. 1961 Muş doğumlu. Kanamam var, pamuk alabilir miyim komutanım?”

Çünkü biz biliyorduk ki bedel bazen inandıkların uğruna sana yedirilmek istenen bokun kendisiydi: “Oturtuyorlardı bizi. Ya içeceksin bu pisliği, lağımı. Çok affedersiniz, böyle bok parçaları dolaşıyor... Ya içeceksin yahut da senin başını banyo yapacağım. İçer miyim? Arkadan ayağımı çekiyor, şöyle çat düşüyor, bütün başın yüzün o pislik içerisinde.”

Bedel oğlunun sevmeye kıyamadığın bedeninin parçalarını bir çuvalla teslim almaktı. İşkenceyle öldürülüp babasına parça parça verilmişti İbrahim Kaypakkaya: “…Ordan bi hamal tuttum, o adam öylece baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. ‘Öğrenciydi’ dedim. ‘Burada işkencede öldürdüler, Çorum’a götüreceğim’ dedim. Diyarbakırlı hamal ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o 5 lirayı, helal olsun’ dedi. Ağladı, yürüdü gitti.”

Bedel ödemek hep 12 yaşındaydı. Madımak’ta 12 yaşında Koray Kaya’ydı Allah adına diri diri yakılan; Kızıltepe’de 12 yaşında Uğur Kaymaz’dı devlet adına 13 kurşunla katledilen.

Bedel, birileri saraylarda yaşayıp her gün ana avrat düz gitmesin diye bile değil… Yalnızca insanca yaşayalım diye serini ortaya koyup koskoca bir devlet ve onun işini bilen esnafı tarafından, bir ara sokakta katledilmekti: “Sivil giyimli olup gaz maskesi takan bir polisle yanındaki polis Ali İsmail’i yakaladı. Ellerindeki coplarla darp etmeye başladılar. İsmail benim olduğum noktaya doğru koşuyordu. Elinde sopa olan bir vatandaş İsmail’i yakaladı ve vurdu. İsmail başına darbe aldı.

Elinde polis copu olan üç-dört kişi ve elinde sopa bulunan sivil giyimli iki-üç kişi İsmail’i yakaladı. Sopa ve copla vurmaya başladılar. İsmail yere düştü. Vatandaşlardan biri İsmail’in yüzüne tekmeyle vurdu. İsmail sonra bayıldı. Bir süre sonra tekrar uyandı. Birisi yanına gelerek, dört beş tekme attı. Vatandaşlardan birisi başına ve beline doğru birkaç kez tekme attı. İsmail doğrulup kaçmaya çalıştı. Sonra gaz maskeli sivil polise ‘Çevirin bunu’ diye bağırdılar. Bağırdıktan sonra polisler copla dört-beş kez vurdular. İsmail’i döven şahıs ‘İyi stres attık’ dedi.”

Ve eğer hâlâ insansanız ve okuduğunuzda gözyaşınıza hâkim olamıyorsanız, bedel, size ve halkınıza bırakılan mektuplardır: “Sevgili anneciğim ve babacığım, sizleri ve ezilen halklar uğruna mücadeleyi erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm...” (Necdet Adalı, 7 Ekim 1980 Ankara)/ “Canım Abim. Uzun uzun yazacak değilim. Bu ana hep hazırdım. Son yolculuğum yaşamım kadar güzel olmalı. Üzülmek mi? Bunu hiç istemiyorum canlarım. Büyük sözler etmeyi gereksiz buluyorum. Her şey yaşamımız kadar açık ve sade olmalı. (...) Şu mektubu yazarken bir yandan çay sigara içiyorum. Ağır ağır. Tadına vara vara. Neşesiz değilim. (...) Çok şey söylemek istiyorum ama zaman öyle kısa ki.

On dakikamız var. Üzülmeyin acılara yenilmeyin hayata karşı güçlü olun yaşam budur. Başı dik olun” (Hıdır Aslan, 24 Ekim 1984 İzmir)./ “Sevgili annem, babam ve kardeşlerim. (...) Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. (...) Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar” (Erdal Eren, 13 Aralık 1980 Ankara).

Biz ağlatan, yaralayan bir koalisyon istemiyoruz. Biz ödenen bedellerin, yedirilen bokların, çuvallara konulan bedenlerin, her gün hakaret edilen anaların, oğullarının kızlarının yüzünü bir daha göremeyecek ana babaların gözyaşlarının hesabının sorulmasını istiyoruz. Biz siyaset yapmıyoruz, insanlık onuruna karşı duranların ve onların zihniyetlerinin devamının yargılanmasını istiyoruz, hepsi bu! Yemişim sizin reel politikanızı.