Kaptan-ı Derya Attilâ İlhan
Durmaksızın nesnelliğe-diyalektiğe-yönteme vurgu yapsa da, şahsi-muhterem ve kaçınılmaz biçimde kendi kör noktalarını barındıran bakış açısıyla görmektedir o da hayatı. Yine de en yakışıklı şövalyemizdir, bizim büyük şairimizdir, yüreği göğüs kafesimizde gümbür gümbür atan kaptan-ı derya
Attilâ İlhan’a dair ilk yazım, Varlık dergisinin Temmuz 2008 tarihli 75. yıl özel sayısında yayımlanmış. Hem dergide başlatmak istediğim polemiğin sonucu olarak, hem de Attilâ İlhan ile Turgut Uyar sentezi bir şiirin olanakları üzerinde düşündüğümden, iki şairi de kucaklayan cümlelerle noktalamışım yazıyı: Diyalektiğin şiiri ve kriz gibi gelen epileptik şiir.
Militan bir tavır ve bir gözlemci tavrı. Karamsarlığı dağıtmanın şiiri ve karamsarlığı dile getirmenin. Bir sentezi derinleştiren ve hep baştan başlayan. İç tutarlılığını koruyan ve onu tehlikeye atan. Bozgundaki insanla omuz omuza ayaklanmanın şiiri ve bozgundaki insanın dilini bulmak isteyen şiir. Yepyeni dünyalar sunan ve karanlık dünyamızı belli belirsiz ışıtan. Joyce ve Beckett. “Ben sana mecburum” ve “Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.”
Ekim 2008’de kaleme aldığım yazıdan da, şairden alıntıladığım şu cümleleri hatırlatmayı önemli sayıyorum: “Cumhuriyetçilik, kısmen liberal, kısmen dikta altında gerçekleştirilmiş bir kalkınmayı halk yığınlarının sırtından bir endüstri burjuvazisi yaratmakta, yarattığı bu burjuvaziyi semirtip mutlu kılmakta kullanmıştır. Eğer düzen toplumcu tutulsaydı, hem bu yapılandan çok daha fazlası yapılabilirdi, hem de bu halka çok daha ucuza malolabilirdi. Üstelik, sonraki yönetimlerin, cumhuriyet ilkelerine de ters düşen uygulamaları sonucu, içine yuvarlandığımız bağımlılık çukuruna yuvarlanılmazdı. Eleştirmek, yadsımak değildir, yeni bir ölçüyle değerlendirmektir.”
Şair-düşünür Attilâ İlhan’ın bendeki yankısının temellerini böylece belirledikten, ceket cebime şiir kitaplarından birini koymadan sokağa çıkmadığım günlerin Kaptan’ını böylece selamladıktan sonra, gemide isyan başlatacak ilk kıvılcımı da çakabilirim: Ben, Attilâ İlhan’ın “Türk’ün antiemperyalist kurtuluş hareketi” dediği Galiyefçiliğine de, dil tutumuna da, bir ikisi hariç (‘Sokaktaki Adam’, tıpkı şiirleri gibi, biraz da gençliğimdir!) romanlarına da oldum olası ısınamadım.
Ona sorarsanız, Türk Ocakları’nın “bağımsız, gururlu, haysiyetli Türkçülüğü”nden ‘sistem’ (yani emperyalist Batı) yandaşı Ülkü Ocakları’na varılması hazindir, ‘sistem’in dengelerini allak bullak edecek olan Rusya-İran-Türkiye’den oluşacak Avrasya Kutbu’dur, SSCB’nin çöküşü Türkiye’yi Avrasya’nın en etkili güç odağına dönüştürmüştür (‘Sistem’ bırakmaz, başına Kürt meselesi türünden çorap örer), Kazanlı Tatarların rehberi Galiyef çağını aşmış-geleceği pek güzel seçmiş bir komünist aydın olarak şöyle demiştir: “İnsanlığın değişmesi için gerekli maddi öğeler sömürgeleşmiş ülkelerin sanayi metropolleri üzerinde diktatorya kurmalarıyla elde edilebilir. Bunun için, sömürgeleşmiş ülkelerin bir Sömürgeler Enternasyonalı’nda birleşmeleri gereklidir. Bu Enternasyonal, tüm mazlum milletleri içine almalıdır. Sovyet Rusya bu örgütün dışında bırakılmalı, ancak Rusya’nın Müslüman toprakları bu örgüte dahil edilmelidir. Enternasyonalın ilk aşaması, büyük bir ulusal Türk devletinin kurulması, Turan Cumhuriyeti’dir.”
Ergin Yıldızoğlu geçenlerde yazdı, tekrarlamış olayım: Çıkarlarını ulusun çıkarları kılıp ulusal olanın içeriğini belirleyebilen işçi sınıfının mücadelesi, liberal küreselleşmecilikle Türkçülükle dinciliği reddederken sosyalizmden uzak ulusalcılığa da karşı çıkan aydınlanmacı mücadeledir desteklediğimiz, mazlum milletler birliği değil. Attilâ İlhan bunları bilir bilmesine de, hâkim çelişkiyi proletarya ile burjuvazi arasında değil mazlum Doğu ile zalim Batı arasında kurar.
Dil tutumuna neden ısınamadığımı merak edenler, Attilâ İlhan gazetede yazmaya başladığında Tahsin Yücel’in Cumhuriyet’ten ayrılmasının anlamı üzerine düşünebilirler. Romanlarıyla ilgili sorunu da yine en iyi onun cümleleri açıklar: “Benim için her şey aleladenin haricindedir psikolojisi, yaşanmışı ve yaşanacak olanı masa başı romancılarından ayrı bir açıdan görmemi sağlamıştır.” Buna, “Ömrümüzü bir suç gibi ayarlamadık mı / Ağır bir hüküm giyer gibi öleceğiz” psikolojisi diyebiliriz ki şöyle ifadelerle okurun yorgun düşmesine sebep tumturaklı edanın kaynağıdır: “Maytap mavisi yıldızların köpek gibi havladığı kristal yansımalı buz karanlığı, içine haşhaş pembesi bulutların karıştığı göl grisi gözler, süt köpüğü sakallarıyla sanki başka bir gezegenden gelmiş uzay yaratıkları, zebercet yeşilinin diplerinde safran sarısı şimşekler.” Bir de hemen her şeyin dönüp dolaşıp cinselliğe bağlanması...
Durmaksızın nesnelliğe-diyalektiğe-yönteme vurgu yapsa da, şahsi-muhterem ve kaçınılmaz biçimde kendi kör noktalarını barındıran bakış açısıyla görmektedir o da hayatı. Yine de en yakışıklı şövalyemizdir, bizim büyük şairimizdir, yüreği göğüs kafesimizde gümbür gümbür atan kaptan-ı derya:
“masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır / daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden /
durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının / ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden”