Google Play Store
App Store

Belirli bir sınıf, saflarını sıklaştırıyor; solun zeminini oluşturan tarihsel değerlere sistematik biçimde saldırıyor. O halde bizim yapmamız gereken de safları sıklaştırmak değil mi?

Kitlesel, kurumsal, kültürel güç

Cumhuriyet ve BirGün’de yayımlanan yazılarını bir araya getirdiği ‘Laiklik Savunulmalıdır’ (Tekin Yayınevi, 2016) adlı kitabında Ergin Yıldızoğlu, solun, Siyasal İslam’la karşılaşma öncesinin alet çantasıyla kendini sınırladığını, programını ‘Gezi Olayı’ ışığında güncellemediğini, aile ile devlet arasındaki alanı ele geçirme süreci olarak pasif karşıdevrimin ise bir mevzi savaşı yürüterek kendinden başka herkesin yok olmasını arzulayan özgün bir hakikat rejimini dayattığını belirtir.

Toplumun önemli bir kesiminde güçlü ‘algısal kilitler’ (ya da ‘kimlik yapılanmaları’) oluştuğunu, bu kilitlerin travma düzeyinde düş kırıklığı yaşamadan çözülemeyeceğini söyleyen Yıldızoğlu, “Bu ülkede artık tek bir kapsayıcı realite, ‘biz’ diyebileceğimiz bir bütünlük yok. Bir toplum oluşturduğumuz bile şüpheli. Siyasal İslam’ın etkisi altında yaşayanların realitesi, devlet-PKK savaşının arasına sıkışmış olanların realitesi, bu iki realitenin dışında kalanların realitesi olmak üzere üç farklı kapitalist realite var” der.

Benim de içinde yer aldığım üçüncü kesimde, anlamlar sistemini düzenleyecek bir ana gösterge (laiklik, demokrasi, sosyalizm), realiteyi değiştirmek için gerekli enerjiyi üretebilecek kurucu kapasite oluşmuyor. Gerçi biz, kendi aramızda da konuşmuyor gibiyiz. Örnek mi? Ataol Behramoğlu, “Türkiye insanı eğitimsiz ve örgütsüz, aydınının bir bölümü de omurgasız ve köksüz. Ama bütün bunlar aşılabilir. Yakın tarihimizde bu aşılabilirliğin örnekleri var. Kurtuluş Savaşımız, cumhuriyetimiz, 27 Mayıs 1960 devrimi ve anayasası, 28 Şubat” diye sıralarken, aynı gazetede yazan Ergin Yıldızoğlu, “Siyasal İslam’ın 1990’larda hızlanan uzun yürüyüşünün önü 28 Şubat’ta asker eliyle açıldı” diyor (Ben de başından beri bu görüşteyim.)

Liberaller, “Müslümanlara baskı yapılıyor”, “Ordu vesayeti var” gibi iddialarla, esas vesayet odağı sermaye düzenini sabitlemeyi başardılar, bunu mükemmel biçimde açıklıyor Yıldızoğlu: “Askeri vesayet kavramını benimsediğimizde, ordunun karşımıza, toplumsal formasyonun içindeki egemen sermaye birikim ilişkilerinden, bu ilişkilerin uluslararası jeopolitik mimariyle (NATO-AB, vb.)-hegemonya ilişkileriyle bağlantısından bağımsız, özgün aklı, iradesi olan, canı ne isterse onu yapabilen bir özne olarak çıktığını görürüz. AKP askeri vesayeti kırmadı, askeri vesayet çoktan kırıldığı için devletten sorumlu sınıfları tasfiye edebildi. Güçlerinin dayandığı iç ve dış kaynakların çoktan kuruduğunu göremeyen ordu üst kademesi de bu tasfiyeyi kolaylaştırmıştır.”

Türkiye’ye özgü tuhaf bir liberalizmin bayraktarlığını yaparak ülkenin uçuruma sürüklenmesinde rol oynamış Ahmet Altan’a sayfalarını açan Cumhuriyet gazetesi yöneticilerinin, kendi yazarlarını okumadıkları, okusalar da kavrayamadıkları anlaşılıyor.

AKP iktidarı bir ‘tarihsel blok’, lokomotifi de -‘Reis’ kültüyle birlikte- Yıldızoğlu’nun altını özenle çizdiği gibi, kuşaklar boyu kendini yeniden üreterek bugüne kadar gelebilen Müslüman entelijansiyadır. Bunların bir sınıf tavrı sergilemesinin maddi temeli, özgün bir üretim aracının -dini bilginin- sahibi, denetleyicisi olmalarıdır. “Bu sınıfın iktidarı için AKP ne yapıyor? Bu özgün üretim aracına uygun simgesel üretim-yeniden üretim ilişkilerini toplumda egemen kılmaya çalışıyor. Bunun için bir yandan eski rejimin kadrolarını tasfiye edip devletin disiplin ve cezalandırma araçlarının kontrolünü elinde toplarken, diğer yandan da muhalif söylemleri susturuyor ya da dışarı atıyor.” Demek ki belirli bir sınıf, saflarını sıklaştırıyor; solun zeminini oluşturan tarihsel değerlere sistematik biçimde saldırıyor.

O halde bizim yapmamız gereken de safları sıklaştırmak değil mi?

“Bugün, modern-cumhuriyetçi-laik kapitalist kültür çözülürken, hırsızlığı-yalanı-yağmayı sıradanlaştıran ahlaksız bir kültür şekilleniyor. Ekonomik artığa ekonomi dışı yollardan ulaşan parazit bir sınıfın kültürü” diyor Yıldızoğlu.

Yandaş medya, vakıflar, dernekler, kurslar, şeyhler, şıhlar aracılığıyla etkin bir örgütlenme, ortak bir söylem, tutarlı bir ana gösterge (Kendilerine göre yorumladıkları Sünni İslam) yaratıp Türk milliyetçiliğini de yedeğine alan yapı, yıllar içinde kangren halini almış bir meselenin ana göstergesi (Kürtlük) ile bir nebze sarsılsa da yıkılmadığına göre, gidişatı değiştirmek isteyen muhalif kesimlerin laiklik ve demokrasi ekseninde buluşmaları beklenir ama olmuyor. Dinin simgesel evreninde yaşayanlara, ekonomik çıkarlarının o parazitleri değil solu desteklemekten geçtiğini anlatacak yol yordam da bulunabilmiş değil.

“Kitlesel, kurumsal, kültürel güce sahip demokratik muhalefeti inşa etme gerekliliği”nden söz ediyor Ergin Yıldızoğlu. Ben bu çağrıda, yobazlık kılıç şakırdatırken eğilip bükülen, birtakım şark kurnazlarıyla dalavereci müteahhitlerin oyun alanına dönmüş, seçim geceleri kayıplara karışıp milyonlarca insanın umudunu yerle yeksan eden değil, Cumhuriyet devrimlerinin ve ilerici değerlerin sahiplenicisi bir CHP; şiddet siyasetini reddedip PKK gerçeğini aşmayı başararak, Şeyh Said güzellemelerinin mevcut yapıyı beslediğini anlayıp tavizsiz biçimde laikliğe sahip çıkarak, Cumhuriyet’le yaralanmış olma duygusundan sıyrılıp o duygudan da beslenen muhafazakâr damarı kesip atarak Cumhuriyet’i toplumcu öze kavuşturma mücadelesinin parçası olmaya evrilebilmiş bir Kürt hareketi ve dar örgüt siyasetini bırakmış, her fırsatta kendi teorik haklılığından dem vurup pratikte etkin olamayışın özeleştirisiyle eyleme geçmiş, “CHP-HDP düzen partisidir, biz devrimciyiz” demek dışında bir şey yapma gerekliliğini kavramış sosyalist solun güçbirliğini görüyorum.

Görüşüm romantik, burjuvaca, düpedüz ahmakça. Mavi-beyaz yakalı emekçileri buluşturan, çağa yakışacak denli gerçekçi, bilimsel aklın ürünü uygulanabilir önerilerin dillendirilmesini sağlar, Türkiye için yararlı sonuçlar doğurursa işlevini yerine getirmiş olacağından, seve seve kabul ediyorum suçlamaları, ilk taşı kendim atıyorum.