Kemer sıkma yok, soygun var!

Siyasete sınıfsal perspektifle bakılmayan Türkiye’de, ekonomideki tablo saf bir kriz hali olarak nitelendiriliyor. Elbette işlerin yolunda gitmediği ve iktidarın pek çok yanlışa imza attığı ortada. Ancak konu beceriksiz olmakla, iş bilmemekle, cehaletle açıklanamayacak kadar sistematik. Mesela şu sorulara cevap aramak gerekmiyor mu: Krizdeki bir ekonomi nasıl oldu da geçen yıl yüzde 5,6 oranında büyüdü? Nasıl oldu da ekonomik krizin olduğu bir ülkede bir avuç zengin daha da zenginleşmeye, gelirini ve servetini artırmaya devam etti? Milyarderlerin varlıkları nasıl oldu da son yılların en büyük sıçramasını yaşadı? Bu sorulara karşılık “Büyüme rakamları gerçek değil” denebilir ama bu kaçamak bir yanıt olur.

AKP her şeyi gayet bilinçli bir şekilde yapıyor. İktidarın iş yapma tarzından, Nureddin Nebati gibi yetki ve sorumluluğu elinde bulunduran aktörlerin davranışlarından komedi unsurları türetilebilir ama hikâyenin geneli pek eğlenceli sayılmaz. Zira Türkiye ekonomisi, AKP iktidarı eliyle sermayeyi beslemeye devam ediyor. Hem de bunu halka ait olanlarla yapıyor. Eğer bir krizden söz edeceksek buna anca “emekçi halkın krizi” diyebiliriz. Çünkü verilere göre Türkiye ekonomisi büyürken, milli gelirin ücretlere ayrılan payı daralıyor. Pek çok kişinin “kriz var” dediği ekonomide aslında büyük bir hırsızlık söz konusu. Adaletsiz düzen, toplumdan aldıklarını teşvik ve destek ambalajıyla altın tepside şirketlerin, bankaların önüne koyuyor. Büyüme denen şeyin ülkenin tamamına eşit şekilde dağılmamasının sebebi de bu. Sermaye hızla büyürken halkın büyük çoğunluğu elindekini kaybediyor.

Yaşananın adını doğru koymak lazım. “Kriz” tanımı meseleyi net olarak anlatmadığı gibi bazı gerçeklerin de üzerini örtüyor. Prof. Dr. Korkut Boratav, bir süredir önemli bir gerçeğe işaret ediyor. Türkiye’de yaşanan bir kriz değil, bölüşüm şoku. Yoksullaştıran bir büyüme yaşıyoruz. Saray’ın tercihleri doğrultusunda ülkenin zenginliği sermayeye aktarılıyor; toplumun geniş kesimleri günden güne bu yüzden yoksullaşıyor. Yoksullaşmadan en büyük payı ise genç kuşaklar alıyor. Farklı bileşenleri de var ama gençlerin yurtdışına gitme isteği esas itibariyle sınıfsal. Tüm bu olan biten doğal bir süreç değil, ideolojik/politik tercihlerin ürünü. Korkut Hoca, bunun Cumhuriyet tarihinde daha önce hiç yaşanmadığını söylüyor.

***

İktidar şimdi, Erdoğan tarafından ekonominin başına getirilmiş gibi gösterilen Mehmet Şimşek üzerinden sıcak para bularak boş bir konserve kutusuna çevirdiği döviz rezervlerini toparlama telaşında. Enflasyon ise dizginlerinden hepten boşalacak, hayat pahalılığı alıp başını gidecek. Seçim sürecindeki savurganlığın ve mevcut şartların getirdiği tüm yük, halkın sırtına atılacak. Bunun göstergesi zamlar ve vergilerdeki astronomik artış oldu. Rejim vergilerle ücretli kesimlerin ve emeklilerin üzerinden silindir gibi geçmeyi hedefliyor.

Yandaşlar buna “Ekonomide tamir zamanı” diyor. Ülke ekonomisini tamir edilecek duruma kimin düşürdüğü sorusu bir kenara, bu kemer sıkma, tamir ya da anlatıldığı gibi mali disiplin politikası falan değil. Aleni bir soygun planı devreye alınmış durumda. Dibe batmış bir ülkeyi güçlü göstermek ve bunun üzerinden siyasi başarı sağlamak için tüketilen kamu kaynakları, yine kamunun cebinden alınacak paralarla doldurulmaya çalışılıyor. Tabii halk için değil, yine siyasi ikbal uğruna çarçur edilmek ve sermayeye dağıtılmak üzere…

Emekçi kesimler örgütsüzlüğün acı faturasıyla yüzleşiyor. Her bakımdan ucuz ve değersiz emek cenneti olan Türkiye’de patronlar, devletin teşvikleri ve çalışanlarının yarattığı artı değer üzerinden bilmem kuşak sonraki torunlarının geleceğini garanti altına alacak bir birikim sağlıyor. Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre Türkiye’nin en zengin yüzde 10’u, tüm gelirin yüzde 54’ünü alıyor. En alttaki yüzde 50 ise zenginliğin sadece yüzde 12’sinden faydalanabiliyor. En çok kazanan yüzde 10’un yıllık ortalama geliri, en az kazanan yüzde 50’lik kesimden tam 23 kat fazla. Servet konusunda tablo daha vahim. En zengin yüzde 10, toplam hanehalkı servetinin yüzde 67’sini elinde bulunduruyor. En yoksul yüzde 50’nin “kısmeti” sadece yüzde 4! Ortadaki yüzde 40 ise servetin yüzde 29’luk kısmıyla idare etmeye çalışıyor.

Çünkü “örgüt” sözcüğünün neredeyse yasadışıymış gibi telaffuz edildiği Türkiye’de, patronlar alabildiğine örgütlü. TÜSİAD’lar, MÜSİAD’lar, TİSK’ler, TÜRKONFED’ler, TOBB’lar ne işe yarıyor? Hepsi aslan payını sermayenin alması için faaliyet yürütüyor. Bölüşümün onlar lehine olmasının nedeni de bu. Patronlar organize ve siyaseten güçlü. Emekçiler ise dağınık ve birbirinden kopuk. Sokaklarda, meydanlarda, alanlarda bir gücü olmayanın, siyaseten de belirleyicilik kabiliyeti az oluyor. Bu da yoksullaşma denen felaketi doğuruyor.

***

Düzen partileri bu fırtınaya karşı koyamaz, koymaya da çalışmaz. Onlar sadece “Kriz var” deyip iktidarı genel geçer argümanlar üzerinden eleştirmekle meşgul olurlar. Bu soygunu durdurabilecek tek güç, bizzat soygunun muhatabı olan halkın örgütlülüğüdür.

Siyasal İslamcı iktidarın eli çalışanların, emeklilerin, gençlerin cebinde. Çünkü direniş göstermeyen, zamları sineye çeken, hayatın akışına müdahale edemeyen örgütsüz toplum, kolay lokma olarak görülüyor. SOL Parti’nin “Zam, zulüm, pahalılık düzenine karşı haklarımız ve geleceğimiz için mücadelede birleşelim” çağrısı ve memleketin dört bir yanında yaptığı eylemler bu nedenle çok özel bir yerde duruyor. Ayrıca mücadele hattının hangi güzergahta ilerlemesine dair de önemli bir fikir veriyor.

Bu memleket herkesi doyurabilir, herkesin belli bir standartta yaşamasını sağlayacak koşulları sağlayabilir. Türkiye yoksul bir ülke değil; yanlış zihniyetle yönetildiği ve soyguna direnecek halk örgütlüğüne sahip olmadığı için yoksulluk sorunu yaşayan bir ülke. Bu şartları değiştirmek de ancak örgütlü mücadeleyle mümkün. Artık herkesin hangi sınıfa mensup olduğunu anlaması ve bu doğrultuda harekete geçmesi için fazla zaman kalmadı.