Kendi yüzüne bakabilmek için...
Yeni bir roman için notlar almaya ilkin zihinde başlar insan. İlk cümleyi kurmayı başarınca da sanki kişilere, olay örgüsüne hâkim olduğu sanısına kapılır. Öyle olmadığını bilir de, öyle sanır. Şimdilerde İstanbul’un farklı mekânlarını gezerek bir kurgu yapıyorum
1. Maupassant’ın şu sözlerine rastladım: “Onda artık hiçbir basit duygu yaşamaz. Gördüğü her şey, sevinçleri, acıları, ümitsizlikleri hemen birer gözlem konusuna dönüşür. Her şeye rağmen, kendine rağmen, sürekli olarak yürekleri, davranışları, sesteki vurguları tahlil eder.” Bunu yazarlar için söylüyor. Woolf annesinin ölüm döşeğinde olanları anımsarken, bu cümle çıkıveriyor zihninin bir yerinden ve hak veriyor Maupassant’a.
Gerçekten de öyle bir an gelir ve artık yazar çevresinde olan biten her şeye karşın açıklanması güç bir hissizlikle yaklaşır. Woolf’un intihara giden sürecine tanıklık ederken, bu satır aralarının ne anlama geldiğini düşündüm. Her gördüğünü yazı konusu sanmak ya da hakikati ararken, rastlanan her olaydan, duygudan yaşamaktan daha hakiki bir yaratı elde etmeye çalışmak tam da yazar mizacı işte. Yaşamdan umudu kesmek değildir bu, ötede, derin ve tehlikeli bir uçurumdur söz konusu olan. Hep orda yürür yazar ve bir an, ayağını yanlış yere koyar, belki bilerek ve isteyerek yapar bunu.
Yazar mizacı diye aldığı bir not Woolf’tan, Fransızca’dan çeviri: “Her sevinçten ve hıçkırıktan sonra, hiçbir zaman, herkes gibi, sadelikle, içtenlikle, saflıkla çekememek, düşünememek, sevememek, hissedememek.”
2. Bir an gelir, yazmaktan öte yazma süreciyle boğuşur yazar; neden yazdığını hem bilir, hem de bilmenin imkânsız olduğunu anlar. Bir yerde Tezer Özlü Ferit Edgü’ye söylüyor mektupla:
“… Çünkü gençleri sevmek, yaşamı sevmek, yaşamı diri, genç tutmak, eskiden olgulardan sıyrılmak demek değil miydi? İnsan kendini yaşamının her döneminde, hem genç, hem çocuk, hem yetişkin, hem yaşlı algılamıyor muydu? Her duygunun ayrı bir anlamı, ayrı bir bütünlüğü yok muydu?”
Bir yanıyla böyledir de. Yine yaşlılık üstüne gelmeye başlar. Daha çok yorgunluk demeliyim belki. Kendini yenilemek ve diri tutmak için gençlerle karışmaktan, duygulu, belki tamamen hissiz ilişkilere batıp çıkmadan da çekinmiyor Özlü. Yalnız dikkatimi çeken şu ayrıntı:
“Her zaman hiçbir yazarın karısının onu tümüyle dolduramayacağını düşünmüşümdür. Bu yazarlar, mümkün olmayan olgular içinde yaşamışlardı. Karılarının dünyalarının sınırlarının bittiği yerde, onların sınırsızlıkları açılıyordu.”
Hayranlık duyduğu Svevo için bunu dile getiriyor, ancak tersini, kadın yazarın yaşamını kocası ne derece doldurur? Bunu tartışmış mıdır?
3. Dünyada kitap okuma oranlarıyla ilgili bir çalışma sosyal medyada dolaşıyor bir süredir. Memleketimiz nerdeyse hiç okumayanların yaşadığı bir yer halinde. Buna karşın her gün sayısı belirsiz kitap yayınlanıyor. Bunlara kitap denir mi?
Okumaya vakti, tahammülü olmayan insanların yazmak için bunca hevesli olmasının anlamı nedir? Bir tür kartvizit sayıyor insanlar bu yayınları. Sıradan biri için artık basım işi onca kolay ki, bir de buna sanal yayıncılar eklendi, yayınevinin adı var ama kendi yok. Hevesli kişi bastırıyor parayı, yayıncı görünümlü utanmaz tacir basıp koyuyor koltuğunun altına o kimsenin kitabın…
Sonuç? Ortada bir kâğıt tomarı, içinde boş yazılar…
Okur olmak zorlu bir süreç, üstelik hiç bitmeyen, son soluğu verene dek süren… Okunacak onca kitap varken, bunları ayıklayıp, kısa zamana incelikli, lezzetli olanı sığdırmak gerek. İyi romanlar okuyacaksın da mesela ölçüt nedir burada? Ya da yolun şiire düşecek ama imge nedir, ses nedir nasıl belirleyeceksin? Bazı zaman görüyorum, çok okuduğu söylenen kimseleri, dişe dokunur tek satır okumadan her gün gözlerine yazık ederek, kendilerini düşünsel bir serüvende sayıyorlar. Bir de yazarın okuma hali var ki, o da bambaşka…
Roman yazmaya giriştiği zaman kişi etkilenmemek için bazen okumayı durdurur; kendi sesine, diline zarar gelsin istemez, bu sağlıklı bir yol mudur, emin değilim. Belki kurmaca sürecinde başka bir yol tutmak gerekir. Anı, bilim kitapları, bir de şiir okumak iyi gelebilir. Yaş ilerledikçe, kurgu okumak güçleşiyor zaten. Tahammülü kalmıyor insanın. Son çıkanlar, çok satanlar arasına sıkışan birinden hayır gelmez de, peki sadece yazan, hatta kendi yazdığını bile okumaya mecali olmayan birinden ne beklenir ki?
4. Dergiler ölçüt sorununu gidermek için önemliydi bir zamanlar. Sulhi Dölek okumaya bayılırdım mesela. Sahi ne çabuk unutuldu Dölek! “Kirpi” ne güzel romandır. Tahsin Yücel’e rastlardık, sıkça söz ediyorum Ahmet Oktay’dan mutlaka okurdum. Şimdilerde kimselerin vakti yok nasılsa, dergiler de ona göre hazırlanıyor. “Sokak Edebiyatı” kavramını önemserim, kolay değildir oradan ürün yaratmak. BirGün’den arkadaşlarımız da bir ayağı popüler kültürde olan, estetik ölçüyü de tutturarak Bavul’da bunu yapmaya çabalıyor. Burada ölçü, derginin yazarlarının nasıl seçildiğidir… Çok değerli isimler, bu son süreçte farklı dergilere dağılmış durumda. Ancak izlek bütünlüğü, düşünsel tutarlılık, edebi bir manifesto yaratmak artık mümkün görünmüyor. Başka bir tehlike de şu; yaşamını yazarlığa adamış biriyle, dün ortaya çıkan ve tamamen başka mecrada şöhret olmuş birinin yan yana olması…
Cehalet, vasat, hatta bayağılık kolayca yan yana gelirse ölçüt kaybolur. Aklına gelen her sözü alt alta koyana şair dediniz mi Turgut Uyar’ı ne yapacaksınız? Her buluşun ilk kez kendinde olduğu sanısına kapılan birine, kendinden önce çoktan o denemelerin yapıldığını ve yeni bir sürece varıldığını nasıl izah edeceksiniz? Sokak önemli, oradan üretilen kültür ve deneyim de önemli. Lâkin edebiyat alanını futbol tribününe indirgediğiniz zaman, belki geçici olarak okurunuz bol olur, ancak bir memleketin yazın yaşamını sefil hale getirirsiniz!
5. Günlük tutma işini severek yapıyorum, bazen de yüke dönüyor gerçi. Günlük her gün yazı yazılan, fikir bildirilen yer değildir kuşkusuz. Önemli çok yazarın güncesini okudum, uzun aralıklarla yazıyorlar. Ben kendimce haftanın dökümünü yapmayı seviyorum. Neler olup bittiğini anımsımak için bir yol bu. Elin kalem tutmaz kimi zaman, yaptıklarını sorgular, tatsız bulursun. İşte günce konusu budur. Herkesin Woolf’un günlüğünü okumasını istememin bir nedeni de budur. Yazarın, artık belleği nasıl bir taşınamaz yüke dönüştürdüğünü görmek için önemli bir belge. İntihara gideceğini adım adım izliyor insan. Kendinden kuşkuya düşüyor bir yandan da…
6 Ağustos Cuma 1937;
“Başka bir roman var mı yüzeye çıkacak? Çıkacaksa, nasıl? Buna ilişkin tek ipucu, içinde diyalog olacağı: ve düzyazı: hepsi birbirinden kesinlikle ayrı. Artık sık dokunmuş uzun kitaplar yok. Ama içimde yazma dürtüsü yok; bekleyeceğim; yazma dürtüsü oluşmazsa da aldırmayacağım; ama sanıyorum bu günlerden bir gün o bildik haz gene dönüp gelecek. Artık başka edebiyat yazmak istemiyorum. Yeni bir eleştirinin araştırmasını yapmak istiyorum. Sanıyorum kanıtladığım bir şey var, hiçbir zaman ‘memnun etmek’ için yazmayacağım, birilerini kazanmak için; artık tamamen ve sonsuza dek kendi kendimin efendisiyim.”
6. Woolf’un güncesinin çekici yanı kendiyle konuşurken, bir yandan bizi de hakikatimizle yüzleşmeye çağırmasıdır. Günceden;
“Neden çevremde yazılanların çoğu havadan sudan geliyor bana? Ama kendi sınırımı biliyorum: muhakemen iyi değil, derdi Lytton. Sezgisel olarak, zihnimi, çözümleme işinden alıkoyuyor olabilir miyim, yaratıcılığı zedelenmesin diye? Galiba bunda bir doğruluk payı var. Hiçbir yaratıcı yazar çağdışı bir yazarı kaldıramaz. Yaşayan eseri kabul edebilmek çok zor, ve yanlı oluyorsan, eğer sen de aynı işi yapıyorsan. Ama bu sorunlarla boğuşmaya çalıştığı için Stephan’a gıpta ediyorum. Sadece tabii, bunları hep kendine mal etmek zorunda, - kendi yargısını mıknatıs olarak kullanmak; o zaman da ortaya çıkan resim çok rastlantısal oluyor; eğer sen onun yargısını paylaşmıyorsan. Ama dediğim gibi, yutarcasına okudum yazdıklarını, aklımın vidalarını hafifçe gevşeterek. Çok kârlı bulduğum bir yöntem bu: sonra geri dönüp sıkıştırıyorsun gene.”
7. Yeni bir roman için notlar almaya ilkin zihinde başlar insan. İlk cümleyi kurmayı başarınca da, sanki kişilere, olay örgüsüne hâkim olduğu sanısına kapılır. Öyle olmadığını bilir de, öyle sanır. Şimdilerde İstanbul’un farklı mekânlarını gezerek bir kurgu yapıyorum. Gezerek derken, henüz oturduğum yerden kalkmış değilim, aklımda gezmeye çıktım. Bir zaman sonra adımlamaya başlarım. Güncel sorunların ağırlığı altında ezilen ruha iyi gelen nedir? Eğer yılgınlık, bıkkınlık olmasa hakikatten uzaklaşırız kuşkusuz. Sürekli dirençli, inatçı biri sahici gelmez bana… Tüm bunlar olurken, bir ağrı gibi süren yazma arzusu tüm açıklığıyla duruyor orada…
Zihin dinlenmeyi bilmez. Elde olmadan, izin almadan çalışır ve onun saatine uyum sağlamak güçtür. Şiir kitabı baskıya gitti bile, elimden çıktığı andan beri yalnız ve çıplak saymaya başladım kendimi. Kitapların sayısı artıyor, altından hep eksiklik duygusu çıkıyor, tam olarak söylenememiş bir söz var sanki… Denemeler yazıyorsun, romanlar ve sonunda şiir… Ya da tersi şiirle başlıyor ve sonunda başladığın yere dönüyorsun, döngü tamamlanıyor…
Şiir kitabına isim koymak, kapak yapmak ne güçmüş meğer…