Uzunca bir süre, AKP iktidarı öncülüğünde kentlere yapılanları tartıştık. Kentin beton ekonomisinin parçası haline getirilmesini, kamusal alanların, tarihin ve doğanın tahribini, çöken binaları, çatlağını bulamayan suların kentleri yutuşunu, büyük projelerin doğayı tahribini vurgulayıp, beton ekonomisinin çıkmazlarına işaret ettik. Hikâye basitçe şöyleydi; uzunca bir süre kent fabrikanın ve üretimin olduğu yerdi. Emek gücünün ve tüketimin yoğunlaştığı […]

Uzunca bir süre, AKP iktidarı öncülüğünde kentlere yapılanları tartıştık. Kentin beton ekonomisinin parçası haline getirilmesini, kamusal alanların, tarihin ve doğanın tahribini, çöken binaları, çatlağını bulamayan suların kentleri yutuşunu, büyük projelerin doğayı tahribini vurgulayıp, beton ekonomisinin çıkmazlarına işaret ettik.

Hikâye basitçe şöyleydi; uzunca bir süre kent fabrikanın ve üretimin olduğu yerdi. Emek gücünün ve tüketimin yoğunlaştığı mekan olarak kent, üretimin lojistiğini sağlarken, kaynaklardan sınırlı pay aldı. Bu paradigma 1980 sonrası terk edildi. Adım adım üretim tasfiye edilirken, gözler kentlere çevrildi. İnşaat sektörü ve rant, yeni ekonominin gözdeleri oldu. 2000’li yıllara geldiğimizde, AKP öncülüğünde kent, artık fabrikanın olduğu yer olmaktan çıkıp, kendisi rant üreten devasa bir fabrikaya dönüştü. Mekânı metalaştırma fabrikası olarak kent, ekonominin ve siyasetin merkezine geldi. AKP, kenti üretirken, kendi iktidarını da üretti.

Kaynakların betona gömülüşünün diğer yüzünde, bu kaynakların nereden geldiği sorusu var. Kendine yeterli olmayan ekonomisiyle Türkiye, bu kaynağı büyük ölçüde uluslararası finans çevrelerinden borçlanarak sağladı. Kaynaklar kentlere ve betona gömüldüğü ölçüde, önemli bir çelişkiyi de yarattı. Kentsel yatırımlar mekanda sabitlendikleri ölçüde, dışarıdan sağlanan kaynağın geri döndürülemez biçimde içeri gömülmesine yol açan bir irrasyonellik de üretti.

Değişen küresel dinamiklerin de etkisiyle iktidarın dış kaynak bulamaması, bu irrasyonelliği her gün biraz daha görünür kılıyor. Türkiye’nin dış borç stokunun 2016 yılında GSYH’ye oranı yüzde 46,9’iken, 2018 yılında bu oran yüzde 64,0’e yükseldi. Kısa vadeli borçların toplam borçların dörtte biri büyüklüğüne ulaştığı bir ortamda, Merkez Bankası’nın elindeki döviz rezervlerinin bu borcun yarısından biraz fazlasını karşılayabilecek bir düzeye inmiş olması, riskleri daha da büyütüyor.

Bu tablo ve gerisindeki süreç, derin bir krizin kaçınılmazlığına işaret ediyor. Ne var ki bu tabloyu değiştirecek radikal bir değişim o kadar kolay değil. Geldiğimiz noktada sadece iktidarın ve siyasetçilerin değil, iktidarı çevreleyen sermayenin ve hatta toplumun azımsanmayacak bir kesiminin bu devasa rant fabrikasıyla oluşan bağımlılık ilişkisi, girilen çıkmazdan dönülmesini imkansız hale getiriyor. Bu oyunu alt üst edecek bir strateji, çok sayıda güçlü çıkar grubunun da kazanımlarını ve konumunu kaybetmesi anlamına geliyor. O nedenle, çıkmazları biline biline artık çok daha kıymetli hale gelen kaynaklar ölü projelere, yatırımlara akıtılmaya devam ediyor. İnşaat sektörü durmasın diye nafile önlemler alınıyor.

Özetlemek gerekirse, geçtiğimiz dönemde iktidar adım adım kentleri betonla beslenen devasa organizmalara dönüştürdü. İktidarını üretmenin aracı olarak gördüğü bu organizmayı besleyecek kaynak artık bulunamıyor. Organizma beslenemediği ölçüde, iktidarı da besleyemiyor. Şimdi o organizmanın iflasına şahit oluyoruz; yatırımcıları, rantiyesi, aracısı, tefecisi sıvışıyor, çalışanları sokağa atılıyor.

Galiba artık sorunun tersine çevrilmesi gereken bir noktaya geldik. İktidarın kent mekanına ne yaptığını bir yana bırakıp, sorma zamanı; iktidarın devasa bir organizmaya dönüştürdüğü kent şimdi iflas ederken, iktidara ne yapacak?

Soruya ilk yanıtı önümüzdeki hafta sandıkta alacağız!