Türkiye’nin büyük kentlerinin önemli bir bölümünde, dikkate değer bir konut fazlası var. Yani, var olan konut sayısıyla, kentteki hane

Türkiye’nin büyük kentlerinin önemli bir bölümünde, dikkate değer bir konut fazlası var. Yani, var olan konut sayısıyla, kentteki hane sayısı yan yana konulduğunda, konut birimi sayısı çok daha fazla görünüyor. Alt gelir gruplarının dikkate değer bir bölümünün kiracı konumunda olduğunu düşünürsek, bu sayıların anlamı şu; kentlerdeki üst gelir grupları arasındaki konut sahipliği ihtiyaçlarının çok ötesinde.
Bu veriler kent yönetimlerini durdurmuyor. Yirmi yıl sonrası için hazırlanan planları incelediğimizde, gelecek için öngörülen ihtiyacın iki-üç katı alanın gelişmeye, alışılmış tabiriyle, ‘imara’ açıldığını görüyoruz. Bu alanların gelişmeye açılması, belediyeler üzerinde yeni yükler demek. Buralara götürülmesi gereken yol, su, kanalizasyon, arıtma, ulaşım yatırımları, gerekli kaynak belediyelerin bütçe olanaklarını aştığından, genellikle dış kredi kullanıp, borçlanarak gerçekleştiriliyor.
Bu tür bir “borç çukurunun” içinden, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı paramız yok diye feryat edip, itfaiye hizmetlerini feda edişlerini açıklayınca, insan, bu ihtiyaç ötesi alanların gelişmeye açılmasının nedeni nedir diye sormadan edemiyor.
Kısaca durum şu; içinde bulunduğumuz dönemde, kentlerimizin gelişmesini ihtiyaçtan kaynaklanan talepler belirlemiyor. Kendi ihtiyaçlarını fazlasıyla gidermiş bir kesim için, kentsel taşınmazlar dünyası borsa gibi çalışıyor. Konutlar hisse senedi gibi alınıyor. İşin kötüsü, dikkate değer bir kesimin konut sorunuyla karşı karşıya olduğu bir ortamda, bu kesim, aldığı konutları hisse senedi gibi saklıyor; yani boş tutuyor.
Konut başta olmak üzere, taşınmazlar dünyasının, belli kesimler için, her zaman spekülatif bir yatırım alanı ve aracı olarak görüldüğünü biliyoruz. Ancak, içinde bulunduğumuz dönem, hem nicelik hem de nitelik açısından, öncekilerden farklı özellikler taşıyor. Çoğu durumda ekonomi dışı kanallar ve spekülasyondan beslenen, geniş tasarruf ve likiditeye sahip bir kesim, hem ülke içinde hem de dışında, oluşmuş durumda. Bu kesimlerin  oluşmasında, devletin son dönemde izlediği kaynak dağıtım politikalarının önemli bir yeri var. Söz konusu kesimin elindeki kaynaklar alışılmış biçimlerde üretime dönmüyor. Spekülasyona yöneliyor. Spekülasyona yöneldiğindeyse, ana yatırım alanlarından biri kentsel taşınmazlar dünyası. Anlaşılan o ki, bu kesimlerin de aldıkça alası geliyor.
Kısaca, kentler, içinde yaşayan insanlardan, daha doğrusu emeğiyle yaşamını sürdüren geniş kesimlerden giderek bağımsızlaşıyor. İnsanların ihtiyaçları, beklentileri belirlemiyor, kentlerin gelişimini. Yerel yönetimler kendilerine oy verip, göreve getiren kentlilere değil, ulus-ötesi şirketlere, holdinglere, spekülatörlere ve rantiyelere bakıyor. Bu kesimler için, büyük borçlara girip, dış krediler alıyor.
Özetlemek gerekirse; kentlerde, dev bir rant makinası dolaşıyor.  Rant makinası nereyi gözüne kestirirse, orası kentsel dönüşüm alanı, orası devletin satışa çıkardığı kamu arazisi, orası yenileme alanı. Dere yatağı, orman, kıyı fark etmiyor. Adeta doymak bilmeyen bir canavarla karşı karşıyayız. Sabah kahvaltısında karayolları arazisini, öğlen yemeğinde, Ayazmayı, akşam yemeğinde, Başıbüyük’ü yutuyor.
Mutfakta önlüklerini giymiş kent yöneticileri, hafif atıştırıp, ertesi günler için, hazırlık yapıyor; menüde Haydarpaşa, Galataport, Tarlabaşı var. Becerebilirlerse, TEKEL bina ve arazileri, ziyafet sonrası, tüttürmek için.
Ne var ki, ağızından salyalar akıtan bu rant makinası, mekanlarla birlikte, insanları da yutuyor. Bilirkişi raporlarına karşın, yapılaşmaya açılan Ayamama’da,  dere yatağından akamayan suyun aldığı 32 kişiyi henüz unutmadık. Başıbüyük’te, evinin yıkılmasına direnen kadının yerde sürüklenişi kayıtlarda. Yangına su sıkmasını beklediğimiz itfaiye görevlilerinin üzerine, haklarını aradıkları için, sıkılan su da. TEKEL işçileri, kışın ayazında, sokakta yatıp kalkıyor. Adana’da çaresizlik içinde, kentsel dönüşüm sempozyumuna gelip, söz hakkı verilmeyince, fiili durum yaratan gecekondulu bağırıyor; “Üç yıldır, her gün, TOKi evlerimizi başımıza yıkacak diye bekliyoruz. Kızım okulda öğretmeninin önünde, evimizi yıkacaklar diye ağlıyor. Öğretmen okula çağırıp, çocuğunuza dikkat edin diyor. Bu mu adalet?”.
Evet, bu adalet. Bu da kalkınma. Türkiye’nin son yıllardaki  Adalet ve Kalkınma Perspektifi bundan ibaret.
NOT: Yazıyı gazeteye göndermeye hazırlanırken, Başbakan,  İstanbul’da 115 milyon avroya mal olan bir alışveriş merkezini açıp, iflaslarla karşı karşıya olan küçük esnafa mesaj gönderdi; ''Türkiye değişiyor. Bunu artık ister kabul etsinler, ister kabul etmesinler. Gerçekler ortada ve ben küçük esnafımızın bu noktadaki şikâyetlerini de biliyorum. Ama onlar da artık bu gerçeği görecekler. Ne yapacaklar? Bu sorunu sivil toplum örgütleriyle kendi aralarında birleşmek suretiyle aşacaklar. Belki marketler, belki süpermarketler halinde onlar da bulundukları yerlerde bunu böyle aşmanın gayreti içinde olacaklar. Hayatın gerçeği bu. Sürekli ilerlemek durumundayız. Bu gerçeği de göreceğiz.'' Başbakan daha sonra, torunlarına 508 lira tutarında oyuncak alarak alışveriş merkezinden ayrılmış.