Bu zamanda, yaşadığımız büyük kırılmalarda, bellek aynasının da kırıldığına tanık oluyoruz. Katillerle aynı

Bellek çok şeydir.
Çok şeylerden biri, belleğin geçmişin aynası olmasıdır.
Bu zamanda, yaşadığımız büyük kırılmalarda, bellek aynasının da kırıldığına tanık oluyoruz.
Katillerle aynı dilin konuşulmuş olmasına karşın, o dili yeni anladığını gördük. Katlettiklerinin diliydi duydukları; Denizlerin diliydi. Oysa, en açık, en anlaşılır bir dille ışıtmışlardı zamanı... Ve sonrasında da toplumsal belleği.
Geçen haftanın gazetelerine bakmamız yeterli. Kimi katilleri göreceksiniz.
İnsanlığın ortak dilini, umutlu dilini o zamanlar öldürmeleri gerektiğini düşündüler ve öldürdüler. Şimdi nedamet getiriyorlar. Ceza hukukunda, nedamet getiren katilin cezası hafifletilir. Ancak, Denizlerin katillerinin nedameti, suçlarını ağırlaştırıyor. İkiyüzlülüğün tarihi, alçaklığın tarihinden daha derindir. Suçları ve cezaları da ağır.
Denizler için timsah gözyaşları dökerken, onları ticari dolaşıma sokmaları da şunun şurasında belki.
Sözümüz sadece öteki cenahtakilere değil. Bizim cenahta olanlardan kimileri de her 6 Mayıs’ta, daracığının ipinde bir düğüm sahibidirler.
Herkes için eşitlik isterken, kendileri için ayrıcalığı hak gören ‘Bisküvi’ devrimcileri örneğin...
Kartvizit komünistleri örneğin... “Komünizm öldü”cülerle aynı kaptan kepek yiyenler.
Hepsi de Denizleri bir temizleme örtüsü gibi yüzlerine sürüyorlar. Dillerinden düşürmüyorlar. Oysa, aradaki sese, insanın yalan söyleyen sesine tahammül çok zor.
Her 6 Mayıs’ta yitirdiklerimizi bir kez daha yitiriyoruz. Bellek yitimi bunun sadece bir yüzü. Devrimci ahlak yitimi. İnsanın insan olmasından ve insan olanın devrimci olmasından gelen özgüven..
Öyküyü Öner Yağcı’dan dinlemiştim. Yetmişli yıllar. Mamak’ta tutuklu. Bir akşam ‘Zahidem’ türküsüne başlıyor. Halen de çok güzel söyler. Cezaevinin muktediri hemen müdahele eder, susturmak ister. Türkü tam kesilecekken, karşı pencereden bir idamlığın gür sesi duyulur: “Bırak, çocuk türküsünü söylesin!” Bu ses, Deniz’in sesidir. Kendisini hapseden muktedirin gücünü aşan, türküyü susturmak isteyen sesi, Deniz’in sesi susturur. Bu, devrimci özgüvendir. Öner Abi, türküsünü söyler. İdamlıklar ve diğer tutuklular da ‘Zahidem’i dinler.
Türkiye cezaevlerinde, darağaçlarında, işkencelerde nice devrimcileri yitirdik. Nice değerler yitti. Ancak, kendini kuşatan gücün üstesinden gelerek türküleri susturmayan o devrimci özgüveni yitirmemektir aslolan.
Kendilerince kahramanlığın bulanık tülünü dokuyanlar bilmeliler ki, Deniz, Yusuf, Hüseyin idam edildiler. Devrimci mücadele içinde idam edildiler. En kestirmeden bir sözle, halk için, devrim için öldüler. Egemenlerin dili ve söyleminde gündeme gelmeleri bu gerçeği değiştirmez.
Bir de nostaljik bir anımsayış uzaklığına atılan romantik devrimciler sınıfına sokulmaları da ayrı bir ağır yara. Olmuş bitmiş bir eski hesap gibi kabul edilmeleri. Söyleşi cilası yani.
Her neyse. Değişmeyen temel doğrular hala doğruluğunu sürdürüyor; onlar devrimciydi.
Devrimci ahlak dediğimiz, vazgeçiş sanatının ustası oldular. Ben’den vazgeçtiler. Ben’in, bireyin kutsal, dokunulmaz sınırlarını vaz’den liberal dünyanın diliyle kavranmayacak bir olgudur bu. Aynı zamanda, bu coğrafyada bizi; Türküyle Kürdüyle bir arada tutan önemli bir ortak değer ve mirastır. Tapusu, darağcında söyleyen sözlerde kayıtlıdır.
İnsanlar için yaşamdan vazgeçiş devrimci bir mirastır. Bu miras bizimdir.
Haftanın dizesi; “Ölüm bana cevap gibi gelmiyor.” (Lüsan Bıçakçı, Bana Sözlerin Kaldı, Hera)