İyinin ve kötünün belirginsizleştiği, güzelle çirkinin yer değiştirdiği -Alenka Zupancic’in söylediği gibi- korkunç şeylerin olumlu, en bizden, en doğal hislerimizin kötü, noksanlık olarak görüldüğü biyolojik bir evre yaşıyoruz. Her şey, davranış biçimlerimiz, ilişki tarzlarımız, oturup kalkmamız ve hatta ağlayıp gülmemiz bile biyolojik bir duruma indirgenmiş durumda. Örneğin ağladığınızda zayıf bir insan olarak görülebilirsiniz, berbat bir […]

İyinin ve kötünün belirginsizleştiği, güzelle çirkinin yer değiştirdiği -Alenka Zupancic’in söylediği gibi- korkunç şeylerin olumlu, en bizden, en doğal hislerimizin kötü, noksanlık olarak görüldüğü biyolojik bir evre yaşıyoruz. Her şey, davranış biçimlerimiz, ilişki tarzlarımız, oturup kalkmamız ve hatta ağlayıp gülmemiz bile biyolojik bir duruma indirgenmiş durumda. Örneğin ağladığınızda zayıf bir insan olarak görülebilirsiniz, berbat bir dünyaya tepki koyduğunuzda uyumsuz sayılabilir, dilediğiniz gibi hareket ettiğinizde deli diye tanımlanabilirsiniz. Biyolojik oluşunuzun yalnızca yargılanmakla kalmadığı, aynı zamanda onun hakkında hükmün de verildiği bu yenidünya, farklılığın ancak kabul edilebilir sınırlar içinde ve bir “zenginlik” olgusu olduğu ölçüde içselleştirilmesine izin vermekte. Şehirlerde görmüş olduğunuz farklılıklar şehrin ve hayatın akışına ket vurmadığı, onu engellemediği ölçüde kabul edilebilir. O nedenle insanın bütün yaratıcılığının kontrol altında tutulması, farklılıklarının törpülenmesi ve bunda diretenlerin kodlanıp dışlanması gerekmektedir. Farklılık en açık tehdittir.

Farklı yanlarımız, kimseye benzemeyen taraflarımız, bizi biz yapan ya da yapacak olan bütün özelliklerimiz önce aile sonra da büyük bir eğitim ağının kıskacında tüketilir. Eğitimin yarattığı cahillik budur. Bilmenin hissetmeye karşı büyük galibiyetidir.

Bugün çok büyük çoğunluğumuz “olmadığı” hayatların içerisinde şekillenip gidiyor. Bulunmak istemediği yerlerde yaşıyor, söylemek istemediği sözleri söylüyor, yapmak istemediği işleri yapıyor. Aslında asla “olmamış ve olmayacak olanların” dünyası bu. Herkesin kimsesizleştirildiği ve bu kimsesizliğin sınıfsal ve kültürel olarak düşük mertebede bir hayat olarak değerlendirildiği yeni bir sistemin icadı.

Zupancic’in biyo-ahlak üzerine söyledikleri, bu bağlamda, önemli bir yerde duruyor: “Başarı (bile) neredeyse biyolojik bir mefhuma dönüyor ve böylelikle özgün bir başarı ırkçılığının temeli oluyor… Hayat tarzlarımız, alışkanlıklarımız, hislerimiz, az çok kendimize özgü keyiflerimiz, bütün bunlar merakımızı tatmin etmek için incelemeye alınmış ‘özel meseleler’den ibaret değildir artık.”

Gerçekten de değildir. Bütün biyolojik oluş-hallerimiz kuşatılmış durumda. Bütün ilişki biçimlerimizi şekillendiren ve biyolojikleştiren ve dolayısıyla kategorize ederek ayrıştırıp hiyerarşik bir ilişkiye oturtan bir dönemdeyiz. Kapitalizm -kendini ne kadar gizlemeye çalışsa da- öncelikle biyolojimize yönelik tavır alması gerektiğini çok iyi biliyor. Hedef açlık-tokluk, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü, yanlış-doğru gibi ikilemlerin arasına sızmak, onları tanınmaz hale getirmekten ibaret. Bu ayrımları bulanıklaştırarak önemsizleştirmek üzere çalışan koca bir çark bu. Dualara kadar sızan, ibadetleri bile şekillendiren, insanlar arasındaki ilişkinin kendisi olan bir durum.

Bir yandan biyolojik oluşlarımız doğadan kopartılırken, diğer yandan olumlu-olumsuz, yüksek-düşük, iyi-kötü olarak kodlanıyor. Zengin, Beyaz ve Erkek olmayan ne varsa, en hafif tabirle, önce şüpheli olarak kodlanıyor ve sonra kriminalize ediliyor.

Yoksulluk biyolojik bir statüye dönüştürülmüş durumda. Çocuklarının -bırakın eğitimlerini- beslenmeleri için bile yeterince imkân bulamayanların çocukları “başarısız” olduğunda, bu başarısızlık yine Zupancic’in belirttiği gibi değiştirilemez ve o sınıfa içkin bir biyolojik karaktermiş gibi değerlendiriliyor. Başarı öyküsü olan “çoban çocuk” hikâyeleri dillendiriliyor ve yaşadıkları gerçek sorunlarla asla yer bulamadıkları ve bulamayacakları medya organlarında yer buluyor. Sistem onların haberleriyle kendini garantiye alıyor ve eşitsizliğin gerçek yüzlerini bu hikâyeler üzerinden görünmez kılmaya çalışıyor.

Aslında Deleuze’ün dediği gibi çoğumuz ‘yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyor’. Belki de yeni düşlerin, dünyaların ve ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olacak her türlü yaratma eyleminde ısrar etmemizin nedeni sadece bu bile olabilir. İnsanın kendini yeniden yaratma ihtimali, ölümün bile göze alınabileceği müthiş kışkırtıcı bir olasılık olarak önümüzde duruyor.