Son zamanlarda, haberleri izlemekten, muktedirlerin seslerini duymaktan beter hallere düşmekteyim. Dayanma gücümüzü cehaletle

Son zamanlarda, haberleri izlemekten, muktedirlerin seslerini duymaktan beter hallere düşmekteyim. Dayanma gücümüzü cehaletle, sığlıkla ölçüyorlar. Demokrasi gibi en temel kavramlara bile kurnazlık taklaları attırıyorlar.
Bir konuya vurucu bir biçimde dikkat çekmek istediğinizde, sayısal verileri kullanmak en kestirme yol. Aynı zamanda en kolay yol. Yazıda kolay yazı bu yüzden.
Ülke nüfusuyla öğünüyor politikacılar. Yetmiş milyonun üstündeyiz. Peki günlük gazete basım sayısı nedir? Medyatava verilerine göre dört milyon altıyüzbin dolayında. Kişi başına sıfır nokta bilmem kaç gazete! Bu sayısal sonuç üzerinden çok kolay çıkarımlar yapabiliriz.
Kutlanan haftalar, yapılan etkinlikler, toplantılar, sempozyumlar bir çeşit kapalı çevrim gibi. Karım, gözü bizi görmez biçimde ‘Refrakter Sempozyumu’na hazırlanıyordu bir ara. Yaptığı önemli bir işti elbet. Ama refrakterciler dışında kimsenin umurunda değildi.
Adına birşey yüklenmiş haftalar haftaları kovalıyor ve çoğu da refrakterde olduğu gibi sektör içi bir hal alıyor.
Bürokratik etkinlikler yapılıp, resmi sayılar elde ediliyor. Başını tavana dikip, yayımlanan makalelerinin sayısını parmak hesabıyla bulmaya çalışan bir akademisyen anımsıyorum. Onunla, Yücel’in Kahvesi’ne okeye dördüncüyü bulmanın hesabını yapan arkadaşlarım aynı sayısal sorunsalda buluşuyor: Kareyi tamamlamak. İçerik önemli değil. Hiç hazzetmedikleri birisi de dördüncü olabilir. Hiç okunmayan bir makale de sayıyı tamamlayabilir.
Yayıncı ve kütüphaneci dostum Aydın İleri’den kütüphanelerle ilgili sayıları öğrendim.
On beş milyonluk övüncümüz İstanbul’da, otuz üç Halk Kütüphanesi var. 2009 verilerine göre yaklaşık üç yüz seksen bin kitap. Üye sayısı dokuz bin. Kullanıcı sayısı üç yüz bin. Bir yılda üç yüz bin. Buna üniversiteleri ve diğer kurum kütüphalenerini de ekleyelim; istatistik fazla değişmez. Herhangi bir ileri kapitalist ülkenin herhangi bir kentindeki sayıdan az. Bunu İstanbul nüfusuna bölme işini okuyanlara bırakıyorum. Türkiye ölçeğinde halk kütüphanesi sayısı 2008 verilerine göre bin yüz ellialtı. Kitap sayısı on dört milyona yakın. Yetmiş milyonluk bir ülke için bu verileri bir kez daha düşünün.
Kitapla ilgili sayısal veriler sıkmış olabilir. Buyrun operaya gidelim. Bilet satışı ile yapılan bir oranlamaya göre, ülkemizde her birey yirmi yılda bir opereya gidiyormuş. (Şükrü Arslanyürek, Tarih Vakfı, 2001). Yirmi yılda bir yapılan başka bir şey var mı, bilemem!
Başbakanımız, kişilerin yirmi yılda bir operaya gittiği bir ülkenin başbakanı. Acaba sayın Başbakanımız kaç kez gitti? 56 yaşında olduğuna göre, ülke istatistiğine vurunca en az iki kere gitmiş olmalı. Allah üçüncüsünü, dördüncüsünü de nasip etsin; yaşı uzun olsun. Başbakanlar, bakanlar operaya filan giderse, operanın önemi iyot gibi ortaya çıkar!
Bunları söylerken, Çetin Altan gibi, kahvelerde piyano çalınması yollu elit bir söylemin derdinde değilim. Yukarıdan aşağı buyrultulu bir yöntemle sunulan sanat karın doyurmaz. Üretildiği toplumsal temelden, toplumsal kaynaktan bağımsız bir sanat tapıncı önermiyorum. Kutsallık düzeyine çıkartılan bir sanat önemsemesi, kof bir sanat seviciliği değil derdimiz. Bu arada bıçağın öbür ucuna; aydın ve sanat düşmanlığına da düşmemek gerek! Tüm bunlar bir yana diyerek ele aldık sayısal operayı.
Bilmek, bizi öbür tarafa geçirmez elbet. ‘Öbür tarafa’ geçtik gibi bir kibirimiz yok. Ayrıca herkes operayı sevmek zorunda değil elbet. Ama, operanın sesine kulak vermesen, ortama vahşi bağırtılar hakim olur. Hergün haberlerde duyduğumuz türden.
Haftanın dizesi; “aynalar görsün cinayetinizi” (Nihat Ateş, Bedensiz Kadınlar, Papirüs).