Korku toplumunda yaşıyoruz. Toplumun her kesimine ve en ücra köşelerine sirayet eden bir korkudan söz ediyoruz. Sözünü ettiğimiz

Korku toplumunda yaşıyoruz. Toplumun her kesimine ve en ücra köşelerine sirayet eden bir korkudan söz ediyoruz. Sözünü ettiğimiz korku toplumu basitçe bugüne ait bir olgu değil. Nereden istiyorsanız, oradan başlayabilirsiniz. Ancak yakın tarihimiz açısından, 12 Eylül korku toplumu maceramızda özel bir yer tutuyor. Daha gerilere de gidebilirsiniz.
Ancak mevcut iktidar ve uygulamalarıyla, korku toplumu maceramızda, yeni bir döneme girdiğimiz konusunda hiç kuşku yok. Herhangi bir biçimde, mevcut iktidarın uygulamalarına karşı çıkmanız yeterli. Eksiden komünist olmakla suçlanırdınız, şimdilerde, ideolojik olmakla suçlanıyorsunuz. Ardından, soruşturma ve davalar gelmiyorsa, şanslısınız.
Örneğin, TMMOB ve bağlı odaları Başbakan tarafından ideolojik olmakla suçlanıyor. Rastlantı, Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu denetlemelere başlıyor. Sonuç, anladığımız kadarıyla, ideolojik-siyasi olma suçlaması. Gazeteciler ve çizerlerin eleştirileri bile, bu süreçten nasibini alıyor. Hâkimler, bilirkişiler bile, soruşturma konusu. Ancak Ergenekon Soruşturması ve Davası bu sürecin simgesi haline gelmiş durumda. Detayları tekrarlamaya gerek yok.
Baskı ve şiddetin nasıl korkuya dönüştüğü ve toplumsal yapıya sirayet ettiği önemli bir konu. Ancak, bu tür değerlendirmelerin dikkat çekmediği bir başka boyut en az bu konu kadar önemli; korku salanların kendi haletiruhiyesi. Ya da korku üretenlerin kendi korkuları.
Freud, toplumsal düzenin sağlanışını incelediği bir çalışmasında, mitolojik sayılabilecek bir örneği kullanır. Kavimin geri kalanına, kaba güce dayanarak otoritesini kabul ettiren baba, bütün zevkleri kendi tekeline alır. Ensesti de içeren bu bencillik, bir noktada, oğulların kıskançlığı ve babayı öldürmesiyle sonuçlanır. Ancak, babayı öldüren oğulların önünde artık bir ikilem vardır. Babanın rolünü, benzer bir stratejiyle, çocuklardan birinin üstlenmesi durumunda, onu da benzer bir son bekleyecektir. İkinci seçenek, düzeni bozan zevklerin, ensest dahil yasaklanmasıdır. Bu durumda, toplumsal düzeni bozacak bir neden kalmayacaktır. Çocuklar sağduyu gösterip, ikinci yolu seçer ve çıkmazdan kurtulunur.
Freud’un önümüze koyduğu bu mitolojik hikâyeden, Türkiye gerçekliğine dönecek olursak; daha önce birçok kez örneğini gördüğümüz bir durumla, bir kez daha karşı karşıya bırakıldığımızı söyleyebiliriz. İktidar, uzun süreli bir mücadelenin sonunda, babayı öldüremese bile, yerinden etmiş bulunuyor. Ancak, süreç Freud’un hikâyesinin tersi yönde işliyor. Babanın yerine geçip, bütün zevkleri kendi tekeline almayı tercih eden oğulun hikâyesi bu.
Dram tam da bu noktada; babayı öldüren oğul için, aynı rolü oynamaktan daha dramatik ne olabilir ki. Babanın akibetini akibetin failinden daha iyi kim bilebilir. Tam da bu nedenle, bugün topluma korku salan iktidar, aslında topluma yaşattığı korkudan daha büyük bir korkuyu kendisi yaşıyor. 
Sonrası hiç şaşırtıcı değil; derin devletin daha derinini kazacaksın. Rekor polis istihdamı. Daha fazla koruma. Daha fazla hırçınlık. Herkes ideolojik ve art niyetli.  Karanlığa hoş geldiniz.
Babanı öldürüyorsan, iyi bir sebebin olmalı. Yerine geçmek mi?  Onu, liberal solculardan başka herkes bir ahlak sorunu olarak görüyor.