2008–2009 gösterim yılında, Türkiye’de gösterilecek sanat filmlerinin önemli bir kısmını festivallerde gördükten sonra, Türkiye’de

2008–2009 gösterim yılında, Türkiye’de gösterilecek sanat filmlerinin önemli bir kısmını festivallerde gördükten sonra, Türkiye’de basındaki değerlendirmelere ve genel olarak gişenin gidişatını inceleyince, geçen yıl şöyle bir öngörüde bulunmuştum: ulusal-ve-uluslar arası ödüllere sahip filmlerimizin hiçbirisi 150 bin seyirci sayısını geçemeyecek. Sonbahar 140 bin civarında iş yaptı, Üç Maymun 125 bin. Geçen yılın Antalya birincisi Pazar 10 bin civarında, bu yılın birincisi Bornova Bornova’da öyle. Diğer birinci Kosmos ise daha gösterime çıkmadı, ama sonucun değişeceğini sanmıyorum.
Art arda büyük iş yapması muhtemel filmler gösterime girdi, 5 civarında film milyon barajını aştı, ama genel olarak sanat filmlerinin ya da festivallerde ödüller alan filmlerin sayısı büyük oranda düşüyor, geçmiştekilere oranla bir azalma söz konusu. Üstelik haklarında birçok eleştiri çıkmasına, hatta artık aşırı boyutlarda basında çıkan yönetmenlerle yapılan söyleşilere rağmen. Bütün bunların yalnızca duyuru ya da reklâmla çözüleceğine ben inanmıyorum. Gerçek şu ki, Türkiye’de kültürel ortam düşünülenden çok daha çoraklaşmış durumda, yaşamımızda kültür giderek arka planlarda yer alıyor. Hatta pek çok büyük gazete için kültür haberlerinin okuyanı ve tıklayanı yetersiz olduğu için eklerde ya da arka sayfalarda yer alabiliyor.
SANATA HAMİLİK YAPAN KURUMLAR
Sinema dergilerinin durumu da çok parlak değil, ama daha da kötüsü sinema dergilerinde çıkan yazıların düzeyi ve entelektüel arka planları da. Bu anlamda kültürel olarak yüzeyselliğimiz, tartışmalarımızın incir çekirdeğini doldurmayan yapısı, insanlarımızın tartışmaların fikir zeminine pek ilgi göstermemesi, bütün bunlar yönetmenlerin de artık konuşurken pek sıradan cümlelerle hatta geçiştirerek kameralara yaklaşması… Hakikaten bu yüzeyselliğin iki sonucu vardır: birincisi tarih karşısında dayanıksızlık dediğimiz bir durumdur, ama ikincisi sanat için öldürücüdür: karşılıklı olarak paylaşılan ana, sözün değerine, yazının kalıcılığına inançsızlık.
Bütün bunları  düşündüğümüzde, iki temel soruyla karşı karşıya kalıyoruz: birincisi Yeni Türk Sinemasının entelektüel/estetik olarak doruk noktasını mı arkamızda mı bırakıyoruz, ikincisi ise bir ulusal sinemanın çıkışı kendi ülkesinde ahlaki/estetik/fikir bazında sürgün muamelesi görüyorsa, böylesine bir çıkış uzun dönemli olabilir mi?
Türkiye’de genel olarak kültüre uzanan ellerin sayısı bu kadar mı  azaldı, kültüre kavrayacak ellerin gücü bu kadarcık mı? Kültürü korumak için, sanılanın aksine sanata hamilik yapacak insan ya da kurumların artması değil, sanatsal üretimi içselleştirecek, onlarla etkileşime girerek sanatı yaşamsallaştıracak insanların olması gerekir.
Bütün  bunlar için belirli toplumsal şartların olması gerekir: birincisi kültürel ürünlerine erişim kanallarını oluşturmaktır, ikincisi kültürü talep eden bir halkın olması gerekir. Her gün giderek daha çok polis devleti manzarası sunan haber ağlarımızda, eğitimin ve bilginin aşağılandığı, sıradanlaştırıldığı, düzeyin korkunç boyutlara ulaştığı, hayatımızın giderek daha fazla gericileştiği, medyamızın bayağılaştığı bir ortamda, sanatçı hem kültürel olarak canlılığını ve derinliğini yeniden üretemiyor, hem de yaptığı işin mesuliyetini ve saflığını koruyacak yaşamsal kaynaklardan uzaklaşıyor.
ENTELEKTÜEL SIĞLIK
Çok önemli bir durum var: Türkiye’de gerek sinema sanatının ve gerekse diğer sanatların halkla karşılaşma mekânları ve halkımızın sanat eserlerine ayıracak maddi ve manevi altyapısını hazırlayacak bir ortamımız yok. Ancak bunun yanı sıra entelektüel sığlığın yaşamımızın her anına nüfuz eden yapısı bir bütün olarak kültürü törpülüyor. Genel olarak kültürel sığlımızın insanı ürküten boyutları karşısında giderek sanatımız hayattan daha az beslenir hale geliyor. Sanatın bir zihinsel/duyusal üretim yönü vardır, ancak hayatın sorgulanması ve yaşanan anın en derinlerde insanı etkileyen hakikiliği bunlardan daha az değerli midir?
Daha birkaç  yıl öncesinde kültüre ilişkin resmi etkinliklerde kültürel haberlerin değil uyuyan bakanımızın görüntüleri üzerine kurulu bir haber ağımız yok muydu? Şimdi ise kültür alanında hiçbir önemli konuşması olmayan, kültür bakanlığını tümden siyasi açıklamalar üzerinden yapılan çıkışlarıyla bir tür medyatiklik üzerine konan birisi yok mu? Giderek daha fazla kültür hayatımız piyasa dediğimiz her şeyin derinliğini sığlaştıran karmaşa içinde bütün kültürel hayatımız “aptalca kendi alanındaki box-office” verilerine göre başarı endeksleri yapılarak değerlendirilmiyor mu?
Kültürün kendi ağırlığı, derinliği giderek yok olurken, Polat Alemdar’ın o tuhaf derecede güce tapınan sözleri “vecizlerin” yerini almıyor mu? En güzeli de bu ülkede sinema biletleri pahalı  denilerek gişelerde genel olarak azalma görülürken (ki gerçekten çok pahalıdır), maç biletleri biletlerin 7/8 katına satılmıyor mu? Bırakın stada gitmeyi, canlı olarak seyretmek için, insanlarımız yedikleri içtikleri hariç kafelere sadece koltuk parası olarak bir sinema biletine bedel paralar ödemiyor mu?
KÜLTÜREL HAYATIN SAHTE STARLARI
Türkiye’de spora ayırdığı kadar genel olarak kültüre yer ayıran bir gazete var mı? Kültürel hayatımızın sahte starlarının karşımıza çıkmadığı bir sanal âlem kaldı mı?
Sevgili dostlar, hayatımız çoraklaşıyor: çünkü en büyük günahlardan birini işledik, kültürü piyasaya, hayatımızı piyasanın ideolojik çıktılarına göre kuruyoruz. Sanal kahramanlar ise giderek sahte kahramanlara doğru ilerliyor. Hayatımızdan anlam ya da mana denilen şey her şeyi manasızlaştıracak kadar uzaklaşıyor.