Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya gerçekten küçülmeye başlamış, kapitalizm altın dönemini (golden era) yaşamıştı. Bu

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya gerçekten küçülmeye başlamış, kapitalizm altın dönemini (golden era) yaşamıştı. Bu süreçte dünya çapındaki egemenlik İngiltere ve Batı Avrupa’dan hızla ABD’ye geçiyordu. ABD, sayın okurlar, en azından on yıllar boyunca Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atmasının rantını yemiştir. Dünya genelinde büyük bir propaganda aracı ve kendi içinde aşırı bir kendine güveni doğurmuştu. Güçlü olmak kendisi için en etkili ideolojik propaganda aracı haline gelmişti.
Bu siyasi tablonun yanı sıra, işin bir de kültürel boyutu vardı. Başta Hollywood olmak üzere ABD’nin dünyanın ya da küremizin üzerinde kültürel olarak hegemonyası inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Daha önce düşünülemeyecek boyutlara.
Önümüzdeki birkaç hafta dahil bu hegemonya ve dünyanın, özellikle de azgelişmiş ülkelerin aydınlarının bu hegemonyaya direnme çabalarının öyküsünü anlatacağım.
Çünkü  ülkemizde bu işin suyu çıktı deniliyor. Yeryüzünün en büyük entelektüeli ve sonsuz derecede bilgili Murat Belge hiç de belgelere dayanmadan şu veciz sözü büyük bir ‘bilgelik’le söylemişti: “Küreselleşmeye karşı taş atarak, onu durduramazsınız.” Kavramın ve tarihsel sürecin incelenmesi hepimiz için yol açıcı olacağına ve durumun sahih olarak ortaya konmasıyla kara kedi ak kedinin net olarak çok daha iyi ifade edilebileceğime olan inancımla, başlıyoruz. Size ‘pek hoş liberal Amerikalıların 19. yüzyıldan itibaren egemen olana kadar tarihini ve ardından pek hoş liberal nutuklarını nasıl attıklarının hikâyesini anlatmak istiyorum.
“ABD 20. yüzyılda yaşanmış her şeyin üstüne çıkacak kadar ileri düzeyde ve rakipsiz bir egemenlik konumunda 21. yüzyıla girmektedir… Amerika’nın serbest-ticaret ideolojisi şimdi dünyanın ideolojisi haline gelmiştir ve ulusun İnterneti ve biyo-teknoloji alanındaki işleri yarının teknolojilerine öncülük ediyor.” (Alan Murray).
Böyle nutuklar atmayı çok severler, egemenliklerinin sınırı yoktur, hatta daha da ileri giderler, kendi egemenliklerinin ölçüsüyle karşılaştırıldığında, dünya tarihinde hiçbir imparatorluğun boy ölçüşemeyeceğini bir gurur vesilesi yaparak anlatırlar.
En önemli iddiaları kendi ideolojilerini dünyanın ideolojisi haline getirmeleridir. Dünya, Amerikalıların kaçınılmaz ve en ileri ideolojilerine kollarını açmış, aç açıkta olmasına rağmen, onların büyüklüğüne selam duymanın hazzını yaşamaktadır sanki. Neyse biz başlayalım tarih içinde gezinmeye.
Erken kapitalizm devletlerin ortaya çıkmasından önceki tarihlere uzanır, kültürler genellikle din ya da dil gibi farklı yakınlık noktalarına göre örgütlenirlerdi. Bilgi ve ticaret şebekeleri Pasifik, Akdeniz, Asya ve Afrika’yı 15. yüzyıldan beri birbirine bağlamıştır. Fakat kölecilik, militarizm ve emperyalizmin teknolojisi bütün bu rotaları silip attı. Kıtalararası iletişim bir kablo borusu olarak Avrupa’ya uzandı, yeni ideolojiler bunları takip etti, örneğin ırksal üstünlük ve Hıristiyanlığı yayma misyonu gibi (Hamelink).
Sevgili dostlar, Avrupa’da meydana gelen ilerlemeler nedense hiçbir şekilde evrensel bir insanlık söylemine doğru dönüşmedi. Hatta gerçek şu ki 19. yüzyılın ansiklopedilerinde örneğin Afrikalıların birer insan olup olmadığı bir tartışma konusu haline geldi. Gittikleri yerlere Hıristiyanlığı yaymayı da düşünüyorlardı, böyle bir misyonları da vardı. Ancak her türlü moral itirazları ve ‘ötekilerin’ eşitlik iddialarını reddettiler. Kendileriyle o insanları karşılaştırıyorlardı. Dünyada gelişmenin eşitsiz olduğunu, kendi uygarlıklarının yüzyıllarca diğerlerinden ileri olduğunu düşünüyorlardı. Dünyayı eşit düzeyde gelişme seviyesine getirmek gizli bir hedef olarak konmuştu. Ama gelin görün ki gittikleri yerlerde gelişmeyi tetikleyecek unsurları bilinçli olarak engelliyorlardı. ‘Ötekilerin topraklarında’ ki bütün değerli madenleri Avrupa’ya taşımak ve aynı zamanda oralarda kurdukları endüstrilerle ‘ötekileri’ köle gibi çalıştırmak bir yasallık haline gelmişti. Eşitsizlik vardı, dünya genelinde gelişim eşitsizdi, Avrupalıların birinci kaygısı ise eşitsizliği her daim kılmak ve sürekli varolan eşitsizliği artıracak şekilde kendi ülkelerine ve vatandaşlarına ‘artı değer aktarmak’ idi. Bu nedenle, ötekileri önce ‘baş hizmetçiler’ aracılığıyla ikiye böldüler, gittikleri yerlerin ileri gelenleri ve yeteneklilerini kendi altlarındaki yöneticiler yaptılar. Bu baş hizmetçilerin ‘en yeteneklilerini’ kendi kültürlerinin hizmetleriyle tanıştırdılar. Dolayısıyla ister bilinç yarılması deyin, isterse yaralı bilinç, bu durum ortaya çıktı. İster Afrikalı olun, isterse Latin okuduğunuz okullara yeteneğiniz ölçüsünde giriyordunuz ve orada öğrendiğiniz tarihin merkezinde Avrupalının üstünlüğü ve Avrupalının merkezinde durduğu tarih ve coğrafya vardı. Komiktir, bir Afrikalı eğitim süreciyle birlikte, kendi ülkesindeki Avrupalıların işgallerine karşı direnen insanları ‘anarşist/terörist/insanlık düşmanı olarak’ okuyordu. Yine aynı Afrikalı roman olarak öğrendiği Batı dillerindeki eserleri okuyor, yazmaya girişirse de onların dillerinde yazıyordu. Elbette ödül aldıkları zamanda ödülü Londra’dan ve Paris’ten alıyorlardı. Kendi halkları ise yazdıklarını batı dillerinde okuyamayacakları için, romanları okuyamıyorlardı. Bu süreç 19. yüzyıla kadar böyle devam etti. Bu tarihlerde ise Amerikalılar küreselleşmeye ve entelektüel hakların korunmasına karşıydılar. Çünkü ne kendi eserleri egemendi, ne de ihraç edebilecekleri pazarları kontrol edebiliyorlardı. Şunu dinleyelim:
1820 yılında, önde gelen denemeci Sydney Smith soruyordu: “Dünyanın dört bir tarafında, kim bir Amerikan kitabını okur? Ya da bir Amerikan oyununa gider? Ya da bir Amerikan resmine veya heykeline bakar?” (1844: 141). Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ABD kısa sürede kültürel emperyalizm karşıtı olan erken dönem merkezlerden birisi oldu ve ulusu inşa etme hassasiyetleri kabardı.