Lal Gece benim senaryo aşamasından bildiğim bir film; ilk senaryoyu okuduğumda bu halde değildi, Reis Çelik’le kendi ofisinde tartıştık, birlikte filmi değerlendirdik, ardından da beni yemeğe götürdü.

O gün söylediklerimle bugün söyleyeceklerim arasında özü aynı kalmakla beraber önemli farklar da var, çünkü film büyük oranda kendi söylemi üzerinde epeyce düşündü ve senaryo aslında yeniden yapılandırıldı.

Başlangıçta iki erkek karakter vardı: birisi için yine İlyas Salman’ı düşünüyordu, diğeri ihtiyar bir karakter üzerine kuruluydu, o da toy babasıydı.

Lal Gece bir girişe, bir gelişmeye bir de sonuç bölümüne sahip, tümüyle klasik bir yapıyı yeniden üretiyor, buna karşın söylemi ve duygusu neredeyse radikal olarak farklı, hatta deyim yerindeyse bu yönde Yeşilçam döneminde yapılan çok sayıda filmden ise tümüyle farklı.

Bir zamanlar Hazal filmi vardı, büyük oranda Onat Kutlar’ın senaryosuyla şekillenmiş, o yıllarda çok tartışılmıştı, ama o yıllarda biz Avrupa’ya film mi yoksa kilim mi satıyoruz tartışmasına konu olan filmlerden birisiydi. Pek çok insan açıkça söylüyordu, biz Avrupa’ya film değil kilim satıyoruz diye, ilginçtir tam da Türkiye’nin büyük bir krize girdiği zamanlarda, yani 1970’li yılların ikinci yarısında filmlerimiz yavaş yavaş dünyaya açılıyordu.

Ulusal Sinemacılar, yani Metin Erksan ve Halit Refiğ 1965-75 arasında birbirlerine güzelleme yaparak ve elbette kendilerini dünyanın büyük sinemacıları gibi göstererek, batılı dünyayı ise giderek Haçlılarla özdeşleştirerek geçirmişlerdi. Ama Erksan’ın Susuz Yaz’ı, Halit Refiğ’in ise kontrolsüz ve neredeyse istemsiz Gurbet Kuşları başarısız ihraç etme çabalarına karşılık Türkiye Sineması büyük oranda iç pazara endeksliydi ve uluslararası sinema dünyasıyla bağları da büyük oranda kopuktu.

Ama başta Sürü olmak üzere, Türkiye’den filmler yurtdışına açıldı ve giderek Yeni Türkiye Sinemasından söz edilmeye başlandı.

1980 darbesinden sonra her şey öyle tepetaklak gitti ki sinemamızın bir anlamda sanat yapıyor sevdasına düştüğü, ticaretin tukaka ilan edilip, sanat filmi sevdasıyla Kerem’e dönüştüğü zamanlarda en sahtekâr filmler üretildi 

1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ise nihayet yurtdışına açılma sıradan bir olay haline geldi, öyle ki bugün hiç film çekmeyen gencecik insanlarımız bile yola çıkarken filmini Berlin ya da Cannes için yapıyor, onların düşlerini kuruyor. Bazıları için ise hala film mi satıyoruz kilim mi tartışması günceldir ve geçmişe göre çok daha dar ve elbette kısır biçimde tartışması yapılmaktadır.

Bunları niçin anlatıyorum? Lal Gece hem Berlin’e hem de Cannes’a başvurdu, Berlin’den Generation bölümünün favori filmi olarak davet aldı, hatta filmin galası en iyi gecede ve çok özel bir sunumla gerçekleşti. Aynı günlerde (yazışmalara katıldığım için birinci elden biliyorum) Cannes’dan ilk pozitif tepkileri aldı, evet henüz seçimler kesinleşmedi, ama filmi seyrettik, ilk ön elemeleri geçti, hepimizin dikkatini çekti ve eğer beklerseniz, sizi davet edeceğimizi düşünüyoruz diyorlardı, hem de Yönetmenlerin 15 Günü bölümüne. Reis kesin yanıt alınmadığı için beklemeyi istemedi. Gerçekten de filmin bugüne kadarki yaklaşık 6 aylık dilimde Avrupa’da o kadar çok pozitif tepki aldı ki Almanya’da Türkiye’den önce gösterime girdi, filmi Almanya’ya ihraç etti, İlyas Salman’la birlikte Almanya’da pek çok kentte galalara katıldı yönetmen.

Sonra ne mi oldu? İstanbul Film Festivaline katıldı ve elbette dağıtımcılarla görüştü: burası çok ilginç, çünkü Almanya’da çok açıkça kendisine ve Salman’a şunu sormuşlardı, bu film bugüne kadar bu konu üzerinde yapılmış en iyi filmlerden birisi, çok etkilendik, ama Türkiye’de şansı nedir, büyük oranda yadsınmayacak mı? Reis büyük bir hırsla yanıt verdi, hayır öyle olmayacak, halklarımız bunu sahip çıkacak dedi.

Ama ne oldu, Berlin’den sonra dağıtımcılar filmi sahiplenmediler bile, çünkü o sıralarda yeryüzünün en büyük filmlerinden İstanbul’un Fethi ile uğraşıyorlardı, üstelik başbakan filmi seyretmiş çok beğenmişti, liseliler, ilköğretim öğrencileri okul okul filme götürülüyordu. Sonuçta film Ağustos ayında gösterime girdi, yani ilk raunt da Avrupalılar haklı çıktı, düşünün Berlin’de iki gösterimi oldu ve ikisi de büyük başarı kazandı, sadece şunu söyleyeyim, film hakkında dünya literatüründe ciddi sayıda kritik yapıldı. Ama İstanbul Film Festivalinde Lal Gece sıfır çekti, hatta en iyi erkek oyuncu dalında kelimenin gerçek anlamıyla sanatsal kriterler açısından rakipsiz denecek kadar hakkı olmasına rağmen.

Jüri başkanı Murathan Mungan’dı ve “Avrupalılara yedirirler, bana yediremezler” demişti kısaca.

Size sadece şunu söyleyeyim, ben filmi Festivaldeki galasında seyrettim, salon doluydu, filmde iki yer var, birisi gerçekten psikanalitik olarak çok etkileyici ve yorumu zenginleştiren düş sahnesi, ikincisi ise artık İlyas Salman’ın bir çıkar yol bulamadığı zamanlarda kendi tarihi hakkında itiraflarda bulunduğu kendi suç tarihine ilişkin diyalogları da dahil,  seyircileri can evinden vurmuştu, bırakın tepkisiz kalmayı insanların içten tepkileri bütün salondan duyuluyordu, hem de hiçbir şekilde tekil değildi tepkileri, kolektifti.

Bu anlamda benim için önemli olan şunu söyleyeyim, bir yanda Avrupalıların filmle ilişkisi, öte yandan festival seyircisinin tepkisi, son aşama olarak Avrupalı kritiklerin yazıları ve Türkiye’de film hakkında çıkan yazılar, bence karşılaştırma için çok önemli ve sinema tarihimiz için tarihsel bir tartışmaya karşılık geliyor.

Lal Gece önemli, hem tarihsel bir soruna karşılık geliyor, hem doğunun hem de batının yaşadığı bir sorun, hem sinemamız için tarihsel kökenleri olan bir tür içinde kalıyor. Bütün bunlara rağmen yenilikçi ve kendisini ayrıksılaştırabilen bir söyleme sahip, filmin benimsenip benimsenmemesinden öte, sezon yeni yeni başlarken, kimliğiyle, geleneğiyle, cinsiyetiyle, hayata karşı söylemiyle ve elbette batıda ve doğuda sorunun yaşanma biçimleriyle bir sanat esinden yola çıkıp bir yüzleşme yapacak mıyız? Yoksa halının altına süpürülmüş inanılmaz sayıdaki çok kritik sorunlarımız gibi, bu filmi de kolektif belleğimizin kıyısına mı iteceğiz?

Hepinize iyi seyirler, ama tartışmak ve hayatın karşısında kendi konumumuzu saptamak ve gittikçe çok daha fazla iktidarın dile getirdiği ve insan hayatı üzerinde yeni sağın yükselişi ile birlikte, toplumsal bir oy desteğinin yarattığı olanaklarla, siyasi iktidarın gerçek anlamda biyopolitika yapma süreçlerinde keskin ve radikal adımlar attığı bir konjonktürde sanatla hayat arasındaki mesafeyi kısaltabilmek ve hayata ilişkin moral yönden radikal kararlar veren yüzleşmeler yaşanabilmesi umuduyla… Biyopolitika öyle bir hale geldi ki Türkiye’de ve hatta Avrupa’da, artık şaşılacak biçimde iktisadi politikalardan daha çok tartışılıyor, muhtemelen sağın siyasal yükselişinin en bariz göstergelerinden birisi de bu zaten.