Sosyal yaşamımızda piyasanın yarattığı eşitsizliklere yönelik olarak, iki tür müdahale biçim ve mantığından söz

Sosyal yaşamımızda piyasanın yarattığı eşitsizliklere yönelik olarak, iki tür müdahale biçim ve mantığından söz edilebilir. Birincisi, devletin, refah devleti ya da sosyal devlet anlayışıyla, yaptığı müdahalelerdir. Vatandaşlık kavramının eşlik ettiği bu müdahale biçiminde, dezavantajlı konumdakilerin durumunu iyileştirmeye yönelik doğrudan ve dolaylı müdahaleler devlet tarafından yapılır.  Bu yaklaşımda, müdahale edilecek kesim ve konular yanında, müdahale biçimleri de “objektif kriterler” çerçevesinde tespit edilir.
İkincisinde, dayanışma ve güven temelinde, toplumun kendi içinde geliştirdiği müdahale araçlarını sorunları çözmeye yönelik kullanmasıdır. Topluluk-temelli müdahalede, büyük ölçüde karşılıklık öngören, armağan ilişkisi öne çıkar. Armağan görece eşitler-arası olduğu ölçüde, karşılıklılık çerçevesinde belli bir güveni ve dayanışmayı da doğurabilir. Armağanın aynı zamanda bir borçlandırma stratejisi olduğu düşünüldüğünde, derin eşitsizliklerin bulunduğu toplumlarda, bu tür bir değişim ilişkisinin güçlü tarafın güçsüz üzerinde tahakküm kurmaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Nitekim ağa ile maraba arasındaki ilişki bu durumun iyi bir örneğidir. Ağanın verdiği koruma ve güvence karşısında, marabanın benzer düzeyde bir geri dönüşü yapamaması, ödemenin sadakat olarak yapılmasıyla sonuçlanır.
Her toplum piyasa-devlet-topluluk müdahaleleri arasında, siyasal mücadelelerin belirlediği, bir denge(sizlik) kurar. Türkiye açısından bakıldığında, son dönemde piyasa değerlerinin hegemonyası altında, bu üç yapı arasında özgün bir sentez kurulmuş  görünüyor.
Piyasa koşullarının yarattığı işsizlik ve yoksulluk ortamında, ayakta kalma mücadelesi verenlerin sayısı her geçen gün biraz daha artıyor. Buna karşın, piyasa mantığının bir parçası olarak, devletin zaten dermansız olan sol elinin, yani sosyal devlet yönünün de, büyük ölçüde tahrip edildiğini görüyoruz.
Bu tahribatın yapıldığı yerde bir başka dağıtım mantığı yükseliyor. Devlet kaynaklarını ellerinde tutanlar bu kaynakları, sosyal devlet mantığıyla değil, ağa-tarikat mantığıyla, bir hak olarak değil, bir armağan gibi dağıtıyor. Yoksulluk yardımları, yeşil kart uygulamaları, yiyecek paketleri, kömür torbaları seçilmiş kişi ve kesimlere bir armağan gibi veriliyor. Her armağan gibi, karşılığı bekleniyor; yoksul kesimlerin ödemesi siyasal destek ve sadakat biçimini alıyor.
Bu yeni dağıtım mekanizmalarının ortaya çıkardığı ahlaki sorun sadece karşılıklılığa dayanan alışverişin eşit konumda olmayanlar arasında olmasından kaynaklanmıyor. Aynı derecede sorun olan kamu kaynaklarıyla çeşitli kesimlere kaynak dağıtanların karşılığını kamusal olarak değil, kişisel ve kesimsel faydalarına yönelik toplamalarıdır.
Tam da bu noktada, armağan konusunda, çalışan antropologların temel bir tespit ve uyarısına dikkat çekmekte yarar var. Toplumsal alanda kutsal sayılan değerlerin değişime konu olmasının toplumsal yapı üzerinde tahrip edici bir etkisinin bulunduğunu söylüyorlar. Bir kadının para karşılığında, bedenini erkeklere sunmasını bu tür bir aşınma olarak görebilirsiniz. Eğer zorunluluktan doğan bu durum bir aşınmaysa, iktidar hırsıyla, toplumun geneline ait kaynakları kendi çıkarına kullanmak ve  seçmen iradesine ipotek koymak nereye konulacak?
Bu değerlendirmeleri çocuklara adanmış ve Siirt’te ortaya çıkan rezilliğin gölgesinde kutlanan 23 Nisan gününün gazetelerine bakarken yapma ihtiyacını duydum. Çok satan bir gazetenin ikinci sayfasında, sanatçı olduğunu anladığımız bakımlı bir kadının fotoğrafı. Pozunu vermiş ve patlatmış müjdeyi; “Siirt’li mağdur çocuklara yönelik kampanya başlattım”. Haberden, bir başka sanatçı arkadaşının da kampanyaya destek verdiğini anlıyoruz. Anlayamadığımız; habere konu olan sanatçının açtığı kampanyanın kendi geleceğine mi, yoksa Siirt’li çocukların geleceğine mi yönelik olduğu. Aslında, ikinci sayfada kaptığı yeri görünce, daha armağan verilmeden, karşılığının alınmaya başlandığını da görmüyor değiliz!
Ancak, asıl üzerinde durulması gereken hangi saiklerle bir sanatçının söz konusu çocukların hamiliğine soyunduğu değil. Önemli olan bu durumun devletin yarattığı derin bir boşluğa işaret ediyor olması. Yani bu çocuklar bu sanatçının insafına mı kalıyor? Bu işlerden sorumlu Bakanlık, kamu kurumları ne iş yapıyor? Yerel yöneticiler ne yapıyor? Bu sorulara yanıt arayanlar, 25 Nisan tarihli Hürriyet gazetesinde, Yalçın Bayer’in “Siirt’in Üzmezleri’ni Birileri mi Kolluyor?” başlıklı köşe yazısına bakabilir.
Gazeteleri karıştırırken, iktidara yakın bir gazetenin 23 Nisan tarihli Ankara ekinde yer alan  bir başka habere gözümün takılmasıyla, “Siirt kâbusundan” Ankara’ya dönüyorum. Manşetten vermiş Gazete; “BABA BAYRAMI: Melih Gökçek 23 Nisan’da çocuklara binlerce top dağıtacak”. Zat-ı muhterem ön sayfada, elinde tuttuğu bir futbol topuyla gülümsüyor. Belli ki bir platformun üzerinde. Aşağıda kalabalık bir kitle, çoğunluğu yoksul semtlerden gelmiş çocuklar; elleri havada. Belli ki toplar aşağı atılacak. Aşağıda şanslı olanlar itiş kakış içinde, topları kapacak.
Kamunun kaynaklarıyla, gelişigüzel ve zavallılaştırarak armağan dağıtanların yarattığı sadaka toplumu ve kaos ortamı toplumsal alanda derin boşluk ve karanlıklar yaratmış bulunuyor; bu boşluğu değerlendirerek, karanlık köşelerde, birileri çocuklarımızı, para, şeker, çikolata, çubuk kraker vererek, taciz ediyor; birileri tacizcileri koruyor; kim olduğunu tam seçemediğimiz birileri çocukların hamisi oluyor.
Bu arada Siirt’li işadamlarının derneği İstanbul’dan –Siirt’ten değil, İstanbul’dan– kızgın açıklamalar yapıyor. Siirt’in milletvekilleri, üst düzey yöneticileri televizyon istasyonlarında ağız birliği içinde; “bu durum Siirt’e mal edilemez” diyor. Anlaşılan o ki, her fırsatta Siirt’i marka şehir yapmak için bir araya gelen bu çevreler ortaya çıkan marka şehri beğenmediler!
Kuşkusuz bu durum Siirt’in bütününe mal edilemez. Ama, marka şehir peşinde, bütün kaynakları iş çevrelerine, yatırım teşviklerine, organize sanayi bölgesine, duble yollara ve kendilerine isteyenler, bütün bu sürecin kaynaklardan pay alamayarak dışlanan sessiz çoğunluğun Siirt’ini biraz daha karanlığa ittiğini ve Siirt’in üzerine çöken bu “büyük suçun” işte o karanlıkta işlendiğini bilmiyorlar mı?
Bütün bu karanlık ve umutsuz ortamda, yoksul ve güçsüz olduğu için seçilen çocuklardan biri, bir genç kız yaşadıklarından sıyrılıp, “bana yapılanları kabul etmiyorum” dedi. Bütün bu karanlık senaryoyu bozan bu genç yürekli insan, tek başına, armağan rejimine ve ona boyun eğenlere, baskı ve şiddet karşısında susanlara haykırıyor; bu utanç benim temsil ettiğim Siirt’i bağlamaz.