‘Mavi Bozkır’ üzerine

Tesadüf Özlem DEMİR

Yakından tanıdığınız bir yazarın kitabı üzerine konuşmak zordur. Hele ki uzun süreli dostluk söz konusu olduğunda, kitabı yazardan bağımsız olarak okumanız mümkün olmaz. Anlatıyı onun gözünden okuyup onun bakış açısıyla yorumlama baskısı hissedersiniz. Bu durum da doğal olarak anlatıyı daraltma ihtimali taşır. Fakat öte yandan, yazarın neyi hedeflediğini biliyor olmak ciddi avantajlar sunar.

TAŞRA İNSANI

Hayati Sönmez’i tanımanın ve onun saygıyı hak eden derinliğine tanıklık eden 30 küsur yıllık dostluğun, öykülerinde gizlemekten keyif aldığı anlaşılan birçok ayrıntıyı keşfetmekte fayda sağladığını düşünüyorum.

Öncelikle Hayati’nin ilk kitabında neden taşra insanını resmetmeyi tercih ettiği sorusu oluştu kafamda. Soruyu çocukluk ve ilk gençlik yıllarına ait gözlemlerini paylaşma avantajını kullanmak istemesi şeklinde yanıtladım. İlk kitapların, yazarın kendini en çok kattığı kitap olduğu iddiası dikkate alındığında son derece anlaşılır bir durumdur bu. Kişisel gözlemleri aracılığıyla, müthiş bir hızla akıp geçerken önüne kattığı anlara birikme imkânı vermeyen yaşantımıza, zamanın ömürlerce birikebildiği yakın döneme dair anlatılar aracılığıyla ayna tutmuş. Bunu yaparken de, dönem anlatılarının sıklıkla düştüğü nostalji tuzağına düşmeden, herhangi bir olumlama yahut olumsuzlama çabasına girişmeden yalnızca objektif bir pencere açmaya çalışmış. Bu gerçekleştirilmesi zor işin büyük bir ustalıkla kotarılmış olması, bu tercihin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor.

Hayati Sönmez, öykülerini belirsiz bir zaman-mekân düzleminde kurgulamış. Ancak bu belirsizlik, tamamen soyut bir zaman-mekân algısı yaratmak amacı taşımıyor belli ki. Öykülerdeki mekânsal sınırın ülke taşrası olarak çerçevelenmesi yanında, öykü zamanlarının 1950-1980 aralığında herhangi bir tarihe işaretlenmesi mümkün. İlk öykü olan ‘Çingeneler’ öyküsünde radyonun, köylerde henüz yaygınlaşmaya başladığı zamanlarda geçtiğini görüyoruz örneğin. Bu belirsizlik tercihiyle, öykü evreninin sınırları mümkün olduğunca geniş tutularak anlatıların daha geniş okuyucu kitlesine dokunması sağlanmaya çalışmış olmalı. Öykülerdeki dil tercihlerinde de benzer bir yaklaşımın izini sürmek mümkün. Anlatı dili olarak, yüksek edebiyat kaygısına düşmeden ya da yerel dile yüklenmeden yalın bir dil seçmiş olması da tesadüf değil. Bu tercihlerin, anlatıların inandırıcılığına büyük etkisi olmuş. Öyküler, uzaklığın, yavaşlığın, sessizliğin hâkim olduğu yerlere, geleneğin hâlâ yaşam bilgisi olarak öne çıktığı zamanlara, küçük umutların, basit arzuların insanlarına dair anlatılar olduğundan karakterlerini sahici kılmış.

AYNI HİSSE KAPILDIM

Geniş bir kesimi kucaklamayı hedeflese de ‘Mavi Bozkır’ı, ‘Tabibe Ana’ öyküsündeki ‘Çakır’ın dördüncü tükürüğüne’ benzettim biraz. Çakır, Musa’nın gözlerini iyileştirmek için, dört defa tükürdüğü elini göz kapaklarına sürdüğünde Musa sorar, “Sen hep üç tükürükle iyileştirirsin yaraları. Peki niye bu sefer dört defa sürdün gözüme uğurlu tükürüğünü?”. Çakır, “Dördüncü, dördüncü, dördüncüsü var ya. Senin için değildi o” der.

Hayati Sönmez’in ‘Mavi Bozkır’ı, gözleri iltihaplı Musa’ya derman olsun diye değil, küs olduğu ama kendisiyle barışmaya can atan çok sevdiği yeğeni Adile’ye şifa olsun diye yazılmış gibi duruyor. Öykünün sonu, “Kapı kapandığında Çakır ve kapı sertliklerinin peşi sıra ağlamaya başladılar” cümlesiyle son buluyor. Kitabı bitirdiğimde, benzer bir hisse kapıldığımı itiraf etmeliyim.

Kitaptaki bazı öykülere dair yorumlarımı da paylaşmak isterim.

‘Fedailer’, silahla dolayısıyla da şiddet kültürüyle ciddi bir hesaplaşma öyküsü. Yaşadığımız toplumun geçmişten bugüne silaha ilişkin olumlu yaklaşım benimsediğini söylemek yanlış olmaz. Halk kültürümüz de dahil olmak üzere, birçok eser silaha dair nice güzellemeler içerir. Neyse ki, silahın şiddet aracı olduğu bilinciyle bu güzellemeleri yanlış ve tehlikeli bulan bir anlayış da yok değil. Bu çatışmanın en bariz örneği Kemal Tahir’in, Yaşar Kemal’in ‘İnce Memet’ine eleştiri olarak yazdığı söylenen ‘Rahmet Yolları Kesti’ romanıdır bence. ‘Fedailer’ öyküsünde Hayati, silaha ve şiddet kültürüne yönelik eleştirel duruşunu, çocukluktan ergenliğe geçiş aşamasındaki ‘Raşit’ karakterinin gözünden net bir şekilde ifade etmiş.

‘Çekik Olmayan Gözler’ öyküsünde oldukça zor ve netameli bir konuya ustaca bir dokunuşta bulunmuş. Bir eserde tehcire değinmek yazar açısından hem zor hem de tehlikelidir. Yanlış anlaşılmasın, zorluktan ve tehlikeden kastım, yazarın yasal kovuşturmaya uğrama ihtimaliyle alakalı değil. Mesela, yine benzer bir yakın tarih pratiği olan Dersim gerçeğine değindiği ‘Yüzünde Bir Yer’ romanı nedeniyle Sema Kaygusuz, bazı çevrelerce yazdıkları, diğer bir kesim tarafından ise yazmadıkları yüzünden şiddetle eleştirilmişti. Bir röportajında bu eleştirilere değinen Kaygusuz, “Böylesi ağır hisleri zihinsel bir pratiğe oturtmak için çok az seçenek vardır elinizde. Ya nedensellikler üzerinden katliamı anlamaya çalışır ve asla bağışlanmayacak olanı bağışlamasam da konu komşuyuz ne de olsa nevinden bir rıza rejimiyle tarihe işaret düşerek devam edersin, ya da ölüler adına bağışlamanın imkânsızlığını hınçla savunur, ya da semah dönerken eli böğründe imanlı bir Kızılbaş gibi cennete bile gitsen Ali için yas tutan, kadersel bir kurban haline gelirsin. Romandaki seçimim bağışlama ve yas rejimini reddederek gelişti…” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Hayati Sönmez de, Sema Kaygusuz’un yaklaşımını paylaşıyor olmalı ki, yas-bağışlama ikilemine düşmemek adına, meseleyi son derece örtülü bir şekilde ifade etmiş. Bu dolaylı anlatımıyla okuruna olan güvenini sergilerken, toplumun iz düşümüne tekabül eden karakterlerin bakış açısından, olayın vuku bulduğu yüz küsur yıl öncesinden bu güne, bir adım öteye gidilemediğini göstererek eleştirel yaklaşımını da çok net hissettirmeyi başarmış.

DÖNEM ANLATISI

Kitap, ‘Mavi Bozkır Pavyonu’nda bitiyor. Hayati Sönmez’in bu öyküde, okuyucuyla daha önce tanıştırdığı karakterlerine küçük roller dağıtarak yer vermesindeki amacın, temsilin sonunda yeniden sahneye çağırarak okuyucuya alkışlatmak olmadığını, ‘Mavi Bozkır Pavyonu’nu metafor olarak kullanarak önceki öykülerinde kurmuş olduğu dönem anlatısına, farklı bir yerden pencere açarak, perspektifimizi genişletmek istediğini düşünüyorum.

Önceki öykülerin kahramanı olan karakterlerine, başka karakterler yoluyla dışarıdan bir bakış geliştirerek anlatıyı zenginleştirmiş. Bu öykünün ana karakterlerinin doktor, psikolog ve muhtar olması da bu görüşümü doğrular nitelikte. Bununla birlikte, ‘Mavi Bozkır Pavyonu’nun, bağımsız olarak da kitabın en güzel öykülerinden olduğunu söylemek isterim.

Kitabın diğer öyküleri olan ‘Hapşırık’, ‘Yara’, ‘Eşek Arıları’, ‘Twist’, ‘Paşa’, ‘Süslü’, ‘Cimri’, ‘Uzun Saç Geniş Paça’ ve ‘Gavur Çeşmesi’ için de söylenecek çok şey var. Fakat bu yazının kastını aşmamak adına bundan imtina ederken, edebiyat dünyasında kalıcı olacağına inandığım Hayati Sönmez’e, şimdiden yeni kitabını sabırsızlıkla beklediğimi hatırlatmak isterim.
Fazla bekletmeyeceğini umalım…