Hiç merak ettiniz mi; Sait Faik “Menekşeli Vadi” öyküsünü acaba ne zaman yazmıştır? Menekşeler açtığında mı? Hazır menekşe

Hiç merak ettiniz mi; Sait Faik “Menekşeli Vadi” öyküsünü acaba ne zaman yazmıştır? Menekşeler açtığında mı? Hazır menekşe zamanı gelmişken, okurun hazır algısını avlamak kolaydır belki.
Nerde o eski insanlarda böylesine kıvrak piyasa zekâsı! Onlarda edebiyat pazarına mal yetiştirme derdi de yoktu, biliyoruz.
Zaman değişti. Pazar estetiği de değişti. 1950’li yılları konu eden filmleri anımsayın... Tozpembe “56 Şevrole”den inen, saç bağından çantasına, gözlükten tırnaklarına kadar pembeler içindeki kadınları görürdük. Mutlak bir simetri, mutlak bir uyum. Şimdi, postmodern zamanda mutlak uyumun yerini kurallı dağınıklık aldı. Kurallı, çünkü üretilmeye, yani pazara uygun olması için görünüşte dağınık da olsa, kurallı olması gerekiyor.  O eski simetrik uyum “demode” oldu...
Kurallı dağınıklık dedik ama, her alanında bu denli doğrudan bir örnek yaşanmayabiliyor. Örneğin, popüler edebiyatta, görünüm biraz farklı olabiliyor. Gerçeklik peşindeki roman bazen, kurallı dağınıklık yerine, kurgusal gerçekle, yaşamın gerçeğini örtüştürmek istiyor. Yazar, gerçekliğe uygunluk için olağanüstü bir çaba harcıyor. Hatta kendi bireysel çabası yetmediği gibi editörlerden yaratıcı destek alıyor.
Kamuya açık bir toplantıda değerli bir romancımız, editörünün yazdığı romana nasıl müdahele ettiğini anlatıyordu geçenlerde. Hayranlıkla dinliyoruz. Derdimiz romancıya değil, olaya dikkat çekmek olduğundan, adını yazmıyoruz.
Romancımızın iki editörü var. Birisi, romanın dili, yapısı, imlası gibi konularda yetkili ve görevli. İkinci editör ise daha teknik ayrıntılarla uğraşıyor. Bir çeşit sanat yönetmeni gibi. Örneğin romancı, ellili yılların bir kadınını mı anlatacak, buna uygun giysi bilgileri titizlikle araştırılıyor. Bu da çok olağan elbet.
Hepimiz pür dikkat dinliyoruz. Romancımız, teknik editörün önemli bir katkısından söz ediyor. Romanda bir otel anlatımı var. Otelin iç döşemesi, yastıkları çarşafları pembe egemen. O halde, romanın da pembe yastıklı olması gerekir. Yazar o bölümü geçeğe uygun yazmış. Editöre göndermiş. Editör araştırmış; otel yönetiminden alınan bilgiye göre döşeme, çarşaf ve yastıklar  eylül’de değişecekmiş. Diyelim ki mor olacak. Romandaki pembe ise artık “demode”. Bakın ki, roman da eylülde piyasaya çıkacak. Editörün uyarısı ilerengin derhal değiştirilmesi gerekiyor.
Okur eylülde otele gidip, yastıkları farklı görünce aldatıldığını düşünecek! Hepimiz bayıla bayıla dinledik. Kalabalık ve seçkin topluluk bu ayrıntıya hayran oldu.
Buraya kadar anladım. Peki iki yıl sonra yastıklar fıstık yeşiline bürünürse? Perdeler ve tüm iç donanım da öyle. Roman yeniden mi yazılacak? Ya da yeni baskılarda o bölümler değiştirilecek mi? Evet! Çünkü popüler olan modülerdir. Mobilya gibi kullan, at, değiştir.
Sanat yönetmenleri sinemada bu işleri yapar. Ama romanda editör yapınca, kitap pazara uygun, kullanılışlı ve modüler oluyor.
Galiba iyice tutucu olduk.  Eric Hobswan, bir kitabında eski komünist yönetimlerin batı kapitalizmine göre tutuculuğundan söz ediyordu. Tüketim ekonomisinin hızlı pazar düzeneklerine sahip yapısını ve baş döndürücü piyasa rüzgârını görünce, tutuculuk sanki ilericilik gibi bir sonuç doğurabiliyor. Romanın yastıklarının iki de bir değişmesi karşısında, değişmemeyi savunacak kadar tutucuyum ben de. Postmodernitede biz de karıştırdık kavramları. Pembe yastıklı romanlar okuyup, sakinleşmeli. Yastıklar mora dönüştüğünde de uykumuz kaçabilir, olsun. Şimdilik uyuyalım.
Haftanın dizesi; “Tüye ağırlığını öğretti dağ.” (Azad Ziya Eren, Özenle Unutulmuş parçalar, YKY)