NATO haziran sonunda Madrid’deki kritik zirveye hazırlanırken ABD Avrupa’da yeni askeri üsler açmaya ve birlik takviye etmeye devam ediyor. ABD “yeni küresel düzen” etiketiyle zayıflayan hegemonyasını güçlendirme çabası içinde. NATO-IMF-DB-OECD’yi harekete geçiriyor.

NATO’nun saldırgan stratejisi

Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılma kararı vermesiyle birlikte, ABD’nin başını çektiği bu savaş örgütünün sınırları daha da genişleme potansiyeli kazandı. Yakın zamanlara kadar NATO çatırdayan bir ittifak görüntüsü veriyordu. Donald Trump başta AB ülkeleri, üyelerin bu askeri pakta yeterince maddi katkı yapmadığını, Avrupa’da 65 bin Amerikan askeri bulundurmanın ve füze savunma sistemini ayakta tutmanın yükünün artık kaldırılamaz hale geldiğini söylüyordu.

Hatırlanırsa 2017’de zamanın Almanya Başbakanı Angela Merkel Washingthon’daki Trump görüşmesinin ardından, Avrupa’nın bundan böyle ABD’ye bel bağlayamayacağını, kendi kaynaklarıyla kendi güvenliklerini sağlama konusu üzerinde düşünme zamanının geldiğini ilan etmişti.

Kasım 2019’da ise Fransa Cumhurbaşkanı Macron ABD’nin kendilerine danışmadan Suriye’den askerlerini çekmesini eleştirirken NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini beyan ediyordu. Macron’a göre ABD Ortadoğu’ya ilgisini kaybederek Asya’ya yönelmekteydi. O günlerde Türkiye Kuzey Suriye’ye Barış Pınarı harekâtını düzenliyor, Tayyip Erdoğan Macron’a “Önce sen kendi beyin ölümünü kontrol ettir” diye cevap veriyordu.

Bugün Türkiye yine bölgeye yeni bir askeri müdahalede bulunmaya hazırlanıyor, NATO Saray’dan yükselen çatlak sesin dışında birlik beraberlik görüntüsü sergiliyor, Ukrayna’da savaş alabildiğine sürüyor. Yani kısa sürede köprünün altından çok sular akabiliyor.

NATO’NUN KÜRESEL GENİŞLEME STRATEJİSİ

NATO haziran sonunda Madrid’de toplanacak kritik zirveye hazırlanırken ABD Avrupa’da yeni askeri üsler açmaya devam ediyor, sürekli yeni birliklerle askeri gücünü takviye ediyor. Pentagon’un 14’ü Türkiye’de, 123’ü Almanya ve 49’u İtalya’da olmak üzere Avrupa’da 300 civarında askeri tesisi bulunuyor. Uzmanlar Rusya’nın askeri gücünün yüzde 75’ini Ukrayna’ya yığdığını ifade ediyor. O zaman NATO’nun 2 milyon savaşçıya, yüzlerce askeri üsse sahip olmasının anlamı ne? Üstelik propaganda amaçlı, abartılı bir biçimde Rusya’nın cephedeki başarısızlığına ilişkin haberler yayılırken.

Görüldüğü kadarıyla ABD ekonomik anlamda gerileyen gücünü, teknoloji alanında Çin’in her gün artan tehdidini, askeri gücünü pekiştirerek, NATO şemsiyesi altında başta Pekin tüm dünyaya meydan okuyarak telafi etmek istiyor. IMF-DB-OECD gibi kurumsal yapıları da kendi liderliğinde harekete geçirerek, “yeni küresel düzen” etiketiyle zayıflayan küresel hegemonyasını yeniden tesis etme çabası içine giriyor. 2022 Davos “Küresel Elitler Toplantısında” da açıkça görüldüğü gibi; bu askeri atak, “kadın haklarına, insan haklarına, azınlık haklarına sahip çıkan”, kimlik politikaları ekseninde Xi Jinping, Putin benzerlerini ve popülist rejimleri mahkum eden bir ideolojik çerçevede yürütülecek.

Bu niyet mayıs ayında toplanan G-7 dışişleri bakanlarının sonuç bildirgesinde kendini açığa vurdu. 30 sayfalık kapsamlı doküman Rusya’dan Çin’e, Atlantik’ten Pasifik’e uzanan, Afganistan, Myanmar, Filistin, Somali, Venezuela, Haiti’yi içeren geniş bir kapsama alanında, NATO’nun yeni stratejik yönelimine bir hazırlık izlenimi veriyordu.

G-7 Çin’den Rusya ile ticaretini kesmesini talep ediyor, aksi takdirde ABD’nin finansal yaptırımları ile yüz yüze kalacağı tehdidini savuruyor. Ayrıca Güney Çin Denizi’ndeki iddialarından vazgeçmesini buyuruyor. Madrid zirvesine NATO üye ülkeleri dışında Japonya, Güney Kore, Finlandiya, İsveç, Ukrayna ve Gürcistan’ın da davetli olması, Çin’e odaklanmış kapsamlı bir küresel saldırı planının açık belirtileri sayılabilir.

GELİŞMELER AVRUPA’NIN LEHİNE DEĞİL

Bu konuları ayrıntılarıyla daha uzun süre tartışmayı sürdüreceğiz. Ancak şimdiden, Rusya’nın Ukrayna işgalinin sıcak gündemi geride kalmaya başladıkça Avrupa’dan bu tasarıma itirazların yükseleceğini öngörebiliriz. Çünkü sıcak çatışma “eski kıtada” yaşanıyor, başta Almanya AB ülkelerinin enerji güvenliğini tehlikeye atıyor, AB’nin dış ticaretine sekte vuruyor.

ABD GSYİH’nin yüzde 4.2’si kadar cari işlemler açığı verirken, AB GSYH’sinin yüzde 2.4’ü kadar cari fazla sağlıyor. Bu oran Almanya ve Hollanda’da yüzde 5.9’a yükseliyor. 2020’de Almanya’nın dış ticaret fazlası 222 milyar doları buluyordu. AB’nin başlıca ticaret ortağı Çin’le iplerin bu denli gerilmesine bir noktadan sonra katlanması olanaksız Avrupa’nın zaten durgunluğa sürüklenen ekonomisi, Soğuk Savaş’a benzer şekilde, birbirinden yalıtılmış iki ayrı ekonomik bölgenin ortaya çıkması halinde tamamen çıkmaza girer.

Nitekim Almanya’nın en büyük şirketi Volkswagen’in CEO’su Herbert Diess, “Eğer faaliyetimizi dünya nüfusunun yüzde 7 ila 9’unu oluşturan yerleşmiş demokrasilerle sınırlarsak, bir oto imalatçısı açısından sürdürülebilir bir iş modeline sahip olamayız. Eğer Çin’de yoksan sorunun var. Eğer Çin’de varsan şansın var” açıklamasını yaptı. Almanya’nın ikinci büyük şirketi Daimler’in de farklı düşünmediğini tahmin etmek zor değil.

FİNLANDİYA VE İSVEÇ NATO KAPISINDA

Finlandiya ve İsveç sosyal devletin yerleşmiş olduğu, sosyal demokrasinin hükümet ettiği, bağımsız, elegan, kişilikli kadın başbakanlarıyla, eğitimli ve uygar toplumlarıyla hepimizde olumlu bir imaj uyandırıyorlar. Ne var ki biraz daha yakından bakınca her iki ülkede de eğitim ve sağlık başta gelmek üzere sosyal hizmetler giderek yerini piyasaya bırakıyor, eşitsizlikler derinleşiyor, silah sanayii ciddi bir ihracat kalemi haline geliyor. Bu da ülkelerin dış politika çizgisini de etkiliyor.

Finlandiya ve İsveç tarafsız duruşuyla bilinen iki ülke. Finlandiya 2.Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği ile Dostluk Anlaşması imzalamış, bugüne kadar da Helsinki ile Moskova arasında önemli bir sorun yaşanmamış. Nitekim Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na ev sahipliği yapmış ve Helsinki Nihai Senedi sembolik olarak başkentinin ismiyle anılıyor.

İsveç ve Rusya 16 ve 18’inci yüzyıllar arası çeşitli savaşlar yapmışsa da, 1814’ten sonra bir çatışmaya girmemiş. Tarihi lideri Olof Palme tüm dünyada barış ve tarafsızlığın simgesi haline gelmiş.

Her iki ülkenin burjuvazisi de NATO dışında kalmanın yabancı sermaye çekme konusunda engel yaratacağını düşünüyor. Finlandiya’nın hamlesinden sonra İsveç NATO üyesi olmayan tek İskandinav ülkesi sıfatının uluslararası imajına zarar vereceğinden yola çıkarak başvurusunu hızlandırdı. Örneğin, İsveç savunma sanayi devi Saab’ın olası NATO ihalelerinden ağzı sulanıyor. Nitekim Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra hisselerinin değeri iki katına çıktı. Çoğunluk hisselerini elinde tutan Wallenberg ailesinin İsveç sosyal demokratları üzerinde de önemli etkisi var.

Medyanın da Ukrayna savaşını uygar ülkeler ile otokrasiler arasında bir medeniyetler savaşı şeklinde sunması, savaşın halk üzerinde yarattığı korku psikolojisi de öteden beri NATO üyeliğine karşı olan kamuoyunun ittifaka katılma yönünde eğilimini değiştirmesine yol açtı.

ERDOĞAN’IN VETOSU SAMİMİ Mİ?

Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğinin önündeki en önemli engel, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şiddetli muhalefeti görünüyor. Her iki ülke de Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye yönelik operasyon başlatmasının ardından Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başlamışlardı. Bir taviz olarak bu yaptırımı kaldırabilecekleri mesajını verdiler.

Özellikle İsveç’te ciddi bir Kürt nüfusu bulunuyor. Son seçimde parlamentoya 6 Kürt kökenli milletvekili girdi. İsveç’te Sosyal Demokrat hükümetin meclisteki çoğunluğu hassas dengeler üzerine kurulu. Geçen yıl güven oylamasında Başbakan Magdalena Andersson ancak eski Peşmerge savaşçısı Amineh Kakabaveh ile pazarlık sonucu koltuğunu koruyabildi.

Erdoğan argümanlarını PKK ve YPG üyelerinin bu ülkelerde korunduğu tezi üzerine kuruyor. Ancak bu iddianın doğruluğu bir yana, sözü edilen ülkelerin NATO üyeliğinin böyle konjonktürel bir konu üzerinden tartışılmasının uluslararası kamuoyunda inandırıcılığı çok zayıf. Daha çok Erdoğan’ın bu kozu tavizler koparmak için bir pazarlık unsuru şeklinde masaya getirdiği yargısı egemen. Bu da haliyle Türkiye`nin inandırıcılığını yok ediyor.

Eğer NATO’nun genişlemesinin dünya barışı açısından sakıncalar taşıdığı, Finlandiya ve İsveç’in güvenliğinin tehlikede bulunmadığı üzerinden bir tartışma yapılsa bu çok daha anlamlı bulunabilirdi.

Tayyip Erdoğan’ın kuzey Suriye’ye düzenlenecek askeri harekâtı, daha çok iç politikaya yönelik bir hamle şeklinde planladığı düşünülebilir. Ülkede yaratılacak hamasi havanın, körüklenecek Kürt düşmanlığının muhalefeti bölmek, iç çelişkilerini derinleştirmek için kullanılması olasılığı çok yüksek. Bu stratejide başta Ümit Özdağ gelmek üzere Muharrem İnce gibi figürlerin Millet İttifakı’na yüklenerek rol alacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir ortamda Erdoğan’ın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine takoz koyması manevrasının da, “dünya lideri” propagandasının önemli bir sosu olarak devreye sokulacağı anlaşılıyor.

Bahçeli’nin NATO’dan çıkma önerisi karşısında, Kemal Kılıçdaroğlu, “NATO, Türkiye için gereklidir, ancak iktidar olarak ne kadar samimiler görmek isterim. Türkiye’deki ABD tesislerini kapamayı getirsinler Meclis’e, Kuvayi Milliye ruhuyla destekleyeceğiz” cevabını verdi.

Anlaşılan siyasi rakibinin restini görme hamlesi değil, ilkesel bir duruş anlamında bir savaş örgütü olarak NATO’ya ve ülkedeki Amerikan üslerine karşı çıkmak için; ne Kılıçdaroğlu’nun ne de Erdoğan’ın açılımları yeterli. Eğer mutlaka Kuvayi Milliye ruhu veya 6. Filo`yu denize döken 68`li duruşu aranıyorsa bunun için yine tek adres, bu toprakların kimi sosyalistleri, devrimcileri.