Google Play Store
App Store

Bilinen hikâyedir: Büyük bir saltanat kuran putperest krallığının başefendisi olan Nemrud’a, İbrahim başkaldırır ve “Sizin putlarınız hiçbir işe yaramaz heykelciklerdir” der. Öfkelenen Nemrud, İbrahim’i yakmak için devasa bir odun yığını hazırlatır. Bir yıl boyunca halk koca odun yığını oluşsun diye putlarına savaş açan İbrahim’in yakılmasının her yerden görülmesini sağlamak için Nemrud’un emrine uyar ve odun taşır. Odun yığını ateşlenir. İbrahim’i ateşin ortasına atmak isterler. Büyük harla yanan ateşe yanaşamazlar. Bir mancınık yapar ve onunla İbrahim’i ateş kümesinin içine fırlatmak isterler.

Tam da o esnada bizim buralarda ‘Ako kuşu’ dediğimiz, karga ile bir başka kuşun melezi kuş, gagasında kuru birkaç çer-çöp ile hayli yukarıdan ateşe yaklaşıp odun kümesinin içine çöpleri bırakıverir.

Ako kuşunun yaptığını görenler soruverir Ako kuşuna, “O birkaç parça çalı-çırpıyı bu kocaman ateş yığının içine, ha atmış ha atmamışsın ne fark eder ki!” derler.

Yanıtlar Ako, “Ben de biliyorum bir anlamının olmayacağını da, mesele o değil. Maksat İbrahim’e düşman olduğum ve Nemrud’u desteklediğim bilinsin” der.

Tam da o esnada küçücük bir serçe kuşu belirir ateş yığınının hayli üzerinde, gagasında da bir damlacık su. Ve hemen o bir damla suyu telaşla, serçe ürkekliğiyle yukarıdan bırakıverir ateş kümesinin üzerine.
Ona da sorarlar, “Bir damlacık suyu bu koskocaman ateşin üzerine bıraktın. Ne işe yarayacak! Koca ateşi o bir damla su söndüremez ki!”

Yanıtlar serçe; “Olsun, ben de biliyorum bir faydası olmaz da! Hiç değilse İbrahim’le dost olduğumu, onun yakılmasına, ateşe atılmasına gönlümün elvermediğini, hem Nemrud’u da hiç sevmediğimi herkes bilsin istedim.”

O gün bugündür, o melez kuşun gerçek adını bizim buralarda kimse bilmez! O kuşa ‘Aqo Piçi’ derler. Fırsat bulduğunda eski Diyarbekir’in o bazalt taşlı evlerinin avlularındaki çeşmenin yanından sabun çalan bu kuşu çok da muteber saymazlar.

Serçe içinse, kışın o taş evlerin pencere kenarlarına beslensinler diye ekmek kırıntıları koyarlar. Yetinmezler eski Diyarbakır evlerinin toprak damlarının, sivineklerinin hemen altındaki bingi taşlarının yanına çok soğuk günlerde içinde barınsınlar diye yuva da yaparlar.

Size bu hikâyeyi niye mi anlattım?

Ülke kan-revan içinde. Her birinde on binleri barındıran şehirlerde insanlar günlerce evlerinde muhasara altında, adına yaşamak denirse ‘yaşıyor’. ‘Çocuk, genç, yaşlı’ demeden insanlar, öldürmeye yeminli özel harekâtçılarca katlediliyor. ‘Bombalar yağdırılıyor’ insanların, evlerin, sokakların, caddelerin, şehirlerin üzerine. Ölüler defnedilemiyor, kokmasın diye buzdolabında, soğuk hava depolarında korunuyor çocuk, yetişkin cesetleri. Muhasara altındaki yerleşkelere insanların haklarını korusun, kollasın diye seçtikleri vekilleri sokulmuyor; yapılan, uygulanan onca vahşet gizli / saklı kalsın diye…

Ve ülkenin öbür yakasında ise ‘bindirilmiş güruhlar’la mazlum ve mağdur halkın temsili örgütlü kurumları, yetmezmiş gibi evleri, işyerleri yakılıp / yıkılıp talan ediliyor.

Bir yanda saltanatı sürsün diye hüküm-ferman çıkaran ‘Saraylı’nın kılıcını çekenler!

Öbür yanda, “Bu devran böyle gitmez / yaptığın yanına kalmaz” diyenlerin çığlığı!

Cizre’yi, Gever’i, Lice’yi, Kadim Amida’nın Surlu beldesini ve diğerlerini insan tekine zindan edenlerin soyundan mısınız? Yoksa onlara karşı direnenlerin mi...

Bakın! Bugün 12 Eylül… 35 yıl evvel darbeci generallerin ‘muhtıra’ ile başlattığı baskı, zulüm, insan soyuna kıyma daha ‘modern’ yöntemlerle devam ediyor hâlâ!

Şimdi sormak zamanıdır: Ya ‘Nemrudî’ ve mutlaka kaybetmeye aday zalimin yanında olmak tercihi ya da ‘İbrahimî’ ve kazanmaya aday mazlumun yanında olmak tercihiyle karşı karşıyasınız! Seçenek sizin, karar verin. Yarın çocuklarınızın yüzüne bakacak yüzünüz ve tarih yazılırken söylenecek sözünüz olsun diye…