2008 Newroz&#

“Ez Natorên xirbeyên te,
Nobedarê hubrîya te
Qurbana neynuka te ya heram bûm
Dîyarbekir”

Dîyarê Bakîre / Gulîzer *

D iyarbekir Newroz’unun yeni kutlanma alanını merak ederek iki gün önceden gidip görmüştüm. Yeni alanı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi kentteki; Newroz, festival dahil diğer bütün etkinlikler için ortak tören alanı gibi düşünmüş. İyi de etmiş. Şehrin adına ve büyüklüğüne yakışır kalitede bir kitlesel kutlama ve şenlik alanına ihtiyaç vardı. Doğrusu en az on, belki de daha çok ve değişik noktalardan adeta bir yarışın ilk katılımcıları olmak adına koşuştururcasına toplu halde güle eğlene sabahın erken saatlerinden itibaren Newroz kutlamasına giden her yaştan insanları gördüğümde ve bir yaşlı kadının yanındakine “Maşallah. Maşallah” diye coşkusunu paylaşarak büyük kalabalığı işaret etmesi, şehir adına ne denli önemli bir kazanıma daha Diyarbekir’in sahip olduğunun ayrımına vardırdı beni.
2008 Newrozuna, yakın zamanda yapılan “sınır ötesi” kara ve hava harekâtlarının olanca tepkisi üzerinden büyük ölçüde Newroz’un simgeselliği perspektifinden Kürdî siyasal sahiplenmenin damgasını vurduğunu peşinen söylemek belki de en doğrusu. Bir önceki yılın Newrozuna göre en az ikiye katlanmıştı 2008 Newrozunun sayısal kitleselliği. Üstelik işgünü ve günlerden Cuma’ydı.

Ve önceki yıllara göre popülaritesi olan, yani isimsel manada kitlelere cazip gelebilecek bir sanatçı da yoktu programda. Buna rağmen katılımın devasa boyutu “kimilerini” şaşırtmaya yetmişti. Bu şaşkınlıkla olsa gerek Newroz alanından yayın yapan televizyon kanalları sayı vermemekte, verenler de sayıyı olabildiğince düşük göstermekte gayretkeşlik içindeydiler. Fark ettim ki, görsel medyanın, sonrasında da yazılı olanların bu “çarpıtıcılığı” duyarlı yurttaşı rahatsız etmiş olacak ki; daha alanda iken gördükleri her link aracının etrafını kuşatarak minik ve duyarlı uyarılarla vatandaş tepkisi gösteriyorlardı. “Objektif olun. Yalan yanlış haber yapmayın. Doğrusunu paylaşmayacaksanız hiç vermeyin daha iyi” diyorlardı. Sonuç da bu yılın Newroz katılımcılarının sırtı pekti, Roj TV alandan bütün dünyaya canlı yayınla Diyarbekir Newrozunu “inadına” hem de link kiralayarak duyuruyordu.

Daha birkaç gün önce bilcümle Diyarbekir, Newroz hazırlık telaşı içindeyken; dünyanın yaşayan en eski üç dilinden biri Süryanice’nin şimdilerdeki serencamını bir belgesel üslubuyla Diyarbakır Meryemana Süryani Kadim Kilisesinde çok egzotik bir ortamda ruh ve dimağa hitap eder tarzda “Yarına Bir Harf”** başlığı altında izlemiştim. İzlemekle kalmamış sürekli olarak bir harfin, hayatın akışı içinde “insanım” diyen canlı mahlukatın dünyasında ne anlam ifade etmesi gerektiğini de düşünedurmuştum.

1700 yıldan bu yana kilise olarak hizmet veren bir eski şehir mabedinde çok değil 150 yıl evvel şehrin nüfusunun yüzde altmışını oluşturan Hıristiyan tebaanın, bugün bir milyonluk şehirde sadece 60 kişi kalmalarının garip ve de düşündürücü bir de efsunlu hüzünkârlığı değil miydi sadece 22 harften oluşan Süryanice alfabenin simgesel mana ve ehemmiyette de olsa geleceğe bırakmak adına, bir harfin, sadece masum bir harfin çocuk sesleri tınısında ama bir koro edasında yüze, göze ve beyinlere nakşedilen çabası.

Bir Papaz, 63 yaşında, adı; Gabriel Aktaş, son nefer. Bilge kişilerin dediği gibi “Hattat, son satırda yazdığı her bir şeyi unutur” dercesine Süryaniceyi, elyazısıyla yeniden dokuyor. Dokurken diyor ki; “Giden gün geri gelmez. Günbegün göz ışığını kaybediyor. Geriye kalacak olan yazdıklarımdır.” Ve biz oturmuşuz kilisenin tahta kanepelerinde. Mart ayının kapalı mekânlarda insanı kısmen ürperten, ama kelimelerin insanın içini ısıtan ritmik edasında, ucu kesik kamış kalemin kâğıt üzerinde kayarken çıkardığı hışırdak sesle kendimize gelirken, bir ayinin sahici cemaatine sonradan duhul etmiş mahcup fertleri olarak kendimizle yüzleşiyoruz. Yarına ne bırakacağız bir harften öte diyerek…

Evet. Gerçekten de belgesele ad olduğu üzre sadece bir harf. Perdede bir tümce “İnsan kaybettiğini, kaybettiği yerde yeniden bulabilir” diyor. Bulabilir mi? Hiç sanmıyorum. Bu olsa olsa bir (iyi) niyet! Bulduğunuzu sandığınız o kaybedilen midir gerçekten. Soru’nun çıplaklığı ve sorulması gereken tam da budur. Oysa İsa’nın son kuşları ile birlikte İsa’nın dili de yitip gidiyor. Geriye kalan, kalması gereken o halde ne! Yiten insan tekinin öte yakaya yolculuğu için defin, bir törensel eda. Peki ya dilin defnedilmesine tanıklığın hüznü, işte belki de ‘Yarına Bir Harf’i izlerken insan tekinin kendisine yüksek sesle sorması gereken soru tam da budur.

Ötesi zindanlarında çocuklarını yitirmiş, zindanlarında isimlerini unutmuş, ama meydanlarında ettiği kavgaları anılarda kalmış bir şehirden; yani harabelerinin bekçisi ile mürekkebinin nöbetçiliğine soyunmuş şairlerinin iç sesinden olanca çıplaklığıyla bugünlere kalandır.
Tarihten atılmışların, tarihten kovulmuşların, tarihe tekrar geri dönüşlerinin ve var olduklarını gür ve güçlü sesleri ile vurgulamalarının sesidir, ya da bir tek yasaklı harfidir bugün NeWroz ya da diğer bütün yapılanlar adına söylenmesi gerekenler.

Her şey, yazılan, yapılan ve konuşulanlar belki bir gün sadece anılar manzumesi olarak araştırmacıların ve tarih yazıcılarının insafına terk edilecek. Ama bütün bunlardan öte Yarına Bir Tek Harf kalacak, olanca azametiyle, olanca hinliğiyle, belki de muzipçe, tarihi yeniden yazanlara nanik yapacak ve “Ben buradayım, beni yasak etmelerine rağmen,” diyecek. “Ben W Harfiyim. Yarına sadece ben kaldım. Var mı diyeceği olan” diyecek.

* Gulîzer. Keziyên Jinebî. Avesta Yayınları, 2006, İstanbul
** Yarına Bir Harf. Hakan Aytekin, Özcan Geçer, Turhan Yavuz, 2007.