Google Play Store
App Store

Seçimler iktidarın şimdiye kadarki en ağır yenilgisiyle nihayetlendi. Rejimin ekonomi-politiğinin üzerinde yükseldiği yerel yönetimler kaybedildiği gibi iktidar açısından ortada çok ciddi bir akıl dağılması olduğu da görüldü. Halkın umudu artmıştır, iktidarın yenilebileceği görülmüştür, iktidarda hem yönetememe hem de çözülme işaretleri vardır ve bu iyidir. İyidir ama bunun bir “bedel”i olmuştur ve üzerine konuşulması gerekmektedir; çünkü […]

Seçimler iktidarın şimdiye kadarki en ağır yenilgisiyle nihayetlendi.

Rejimin ekonomi-politiğinin üzerinde yükseldiği yerel yönetimler kaybedildiği gibi iktidar açısından ortada çok ciddi bir akıl dağılması olduğu da görüldü.

Halkın umudu artmıştır, iktidarın yenilebileceği görülmüştür, iktidarda hem yönetememe hem de çözülme işaretleri vardır ve bu iyidir.

İyidir ama bunun bir “bedel”i olmuştur ve üzerine konuşulması gerekmektedir; çünkü Erdoğan sonrası Türkiye’ye dair yapılan projeksiyonlar o “bedel”den yola çıkarak yapılmakta, “yeni normal” buradan hareketle tesis edilmek istenmektedir.

Ne demek istiyoruz? Dediğimiz şudur: Birincisi, bizzat muhalefet eliyle, Türkiye toplumunun muhafazakâr bir toplum olduğu, dolayısıyla Türkiye’de sağcılığın ancak başka bir tür sağcılıkla yenilebileceği, muhalif kesimlere de büyük ölçüde kabul ettirilmiştir.

Ve ikincisi, yine muhalefet, toplumu iktidar partisinin inşa ettiği rejimin aşırı yanları törpülenmiş bir şekilde devamına razı etmek istemektedir. Bunun için ise Korkut Boratav’ın son yazısında belirttiği üzere soldan bütünüyle uzaklaştırılmış bir CHP ile Gül ve Babacan’ın temsil ettiği “ılımlı İslamcılar” arasında bir “büyük koalisyon” hayal edilmektedir.

Seçimlerden sonra teşekkürler havada uçuşur, herkese mavi boncuk dağıtılırken, sosyalistlerin adının anılmaması kesinlikle tesadüf değildir. Çünkü hayal edilen tabloda, sola, sosyalizme, örgütlü bir topluma, yoksula, işçiye, memura yer yoktur. İstenen neo-liberal iktisat politikalarının ve ılımlı bir dindarlığın hâkim olduğu, sağcılaştırılmış bir Türkiye’dir ve bu şimdi “normalleşme” diye pazarlanmaya çalışılmaktadır.

28 Haziran günkü “BirGünce”de muhalefetin “Türkiye İttifakı adı altında ileri sürülen sahte uzlaşma girişimlerine prim vermesi, rejimi ‘normalleştirme’ adı altında siyasal İslam’la ya da onun bir kanadıyla uzlaşmaya dayalı siyasetlere angaje olması” tehlikesinden bahsediliyordu. Son derece doğru bir tespittir, muhalefet bunu istemektedir ve bu bir tehlikedir.

“Normalleşme” ve “yeni normal”, sağcılığın, muhafazakârlığın, dinselleşmenin, piyasacılığın “norm” olarak kabulü ve toplumun bu normlar üzerinden yönetilmesi anlamına gelmektedir.

“Yeni normal”, solun siyasal, kamusal ve toplumsal alandan dışlanması, ilerici ve sol değerlerin marjinalleştirilmesi üzerine kurulmak istenmektedir.

Ortada bir “normalleşme” arayışı varsa elbette ki bir “normalleşme ideolojisi” de olacaktır ve bunun için seçim sürecinde yapılanları ve kullanılan dili hatırlamak yeterlidir.

Bu süreçte, Türkiye tarihinin yeni rejim tarafından yazılışına uygun bir şekilde, 27 Mayıs’ın yıldönümünde Menderes “demokrasi kahramanı” ilan edilmiştir. Ölüm yıldönümünde Özal’ın mezarı ziyaret edilmiş, oradan mesajlar verilmiştir. Denizler için verilen idam kararının mimarlarından Demirel ve ellerindeki kanın kimin kanı olduğunu bildiğimiz Türkeş ve Yazıcıoğlu normalleştirilmiş, “ülkesine hizmet etmiş devlet adamları” olarak tarihten ve hakikatten kopuk bir şekilde yâd edilmiştir. Bu da yetmemiş, Kuran’lı, mehterli mitingler yapılmış, Yasinler okunmuş, dualı devir teslim pozları verilmiştir. Ortada bir takiye vs. ise yoktur, “normalleşmenin ideolojisi” budur.

Eğer “normalleşme”ye teslim olunmak istenmiyorsa, “normalleşmenin ideolojisi”yle de kavga etmek gerekmektedir, çünkü ortada solsuz bir Türkiye tasarımı vardır. Korkut hocanın “restorasyon” dediği şey solun yokluğu üzerine kurulmuş bir projedir. Solsuz bir Türkiye’nin hali ise 12 Eylül’den beri görülmektedir.