İktidar partisinin inşa ettiği rejim ile Türkiye’nin düzeni uzunca bir süre birbirlerinden beslendi. Rejim sermaye sınıfına ve sermaye düzeninin geleneksel uluslararası müttefiklerine istediklerini verdi, onlardan da istediği desteği aldı. Bu da hem rejim hem de düzen açısından bir tür “istikrar” anlamına geldi. Ancak artık rejimle düzen arasında giderek artan bir açı var. Rejimin bekasıyla düzenin […]

İktidar partisinin inşa ettiği rejim ile Türkiye’nin düzeni uzunca bir süre birbirlerinden beslendi.

Rejim sermaye sınıfına ve sermaye düzeninin geleneksel uluslararası müttefiklerine istediklerini verdi, onlardan da istediği desteği aldı.

Bu da hem rejim hem de düzen açısından bir tür “istikrar” anlamına geldi.

Ancak artık rejimle düzen arasında giderek artan bir açı var. Rejimin bekasıyla düzenin bekası birbiriyle örtüşmemeye, hatta rejimin bekası düzenin bekasına tehdit haline gelmeye başladı.

Ne demek istiyoruz tam olarak? Demek istediğimiz şu: Birincisi, düzen, yani Türkiye kapitalizmi çok büyük bir ekonomik kriz yaşıyor ve yola artık bu şekilde devam etme ihtimali pek mümkün görünmüyor.

Ancak rejimin işleyiş biçimi her zamanki yöntemlere başvurmayı, IMF’yle masaya oturmayı, Batı’dan ucuz kredi bulmayı, adı konulmuş bir kemer sıkma politikasını uygulamayı –en azından şu an için- engelliyor.

Ve ikincisi: S-400 füzelerinin Türkiye’ye teslim tarihi yaklaştıkça ABD’yle, Doğu Akdeniz’deki gaz yatakları üzerinden de hem AB ülkeleriyle hem de İsrail ve Mısır gibi bölgesel güçlerle ihtilaf derinleştikçe, düzenin geleneksel uluslararası müttefiklik ilişkileri, Atlantik-NATO bağlantıları sarsılıyor, yeni gerilim ve kriz başlıkları şekilleniyor.

Rejim ise her iki başlıkta da, yani hem S-400’lerde hem de Doğu Akdeniz’de –yine en azından şu an için- geri adım atmıyor. Doğu Akdeniz’e sondaj gemileri gönderiliyor, ardı ardına tatbikatlar yapılıyor, açıklamalarda bulunuluyor.

Ve birincisi ekonomik, ikincisi siyasal bu iki mesele birbiriyle ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş durumda.

Çünkü Türkiye kapitalizmi göbekten Batı kapitalizmine bağlı ve Batı’yla yaşanacak herhangi bir kriz, ABD’nin S-400’lerle ilgili olarak uygulayacağı herhangi bir yaptırım, alacağı herhangi bir ambargo kararı, zaten uçurumun kenarında olan Türkiye ekonomisinin aşağıya doğru yuvarlanması anlamına gelecek.

Peki ne olacak? İktidar açısından seçeneklerden ilki “normalleşme” ve “fabrika ayarlarına dönüş.” Yani S-400 alımından vazgeçme, geleneksel müttefiklerle barışma, IMF’yle yeniden masaya oturma, yeni bir kemer sıkma programını hayata geçirme…

Bunun iç politikaya yansıması rejimin aşırı uçlarını törpüleme, kutuplaştırmaya ve muhalefeti düşmanlaştırmaya dayalı siyasetin derecesini düşürme, yeni bir çözüm masası kurma vs. şeklinde olacaktır.

Ancak bu, rejimin gelmiş olduğu nokta açısından pek öyle kolay görünmüyor; çünkü böyle bir “normalleşme”, rejimin üzerine oturduğu ve bekasını tesis ettiği bütün mekanizmaların, yani tek adamlığın, patronaj ilişkilerinin, rant dağıtımının, alt sınıflara yönelik politikaların vs. terk edilmesi, yani rejimin üzerinde durduğu zemini kendi eliyle yok etmesi anlamına gelecektir.

Öte yandan, “süreklileşmiş olağanüstü hal”in ve bir tür “kopuş”un tercihi ise, nihayetinde sermaye düzeninin temsilcisi ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin bir parçası olan rejimin, onu var eden ve daha belirleyici olan bu iki mekanizma tarafından “düşman” ilan edilmesi anlamına gelecektir ki, bunun rejim açısından belki de ilkinden çok daha yıkıcı sonuçları olacaktır.

Her iki durumda da Türkiye’de hem rejimin hem düzenin krizinin derinleşeceği, bunun hem egemen sınıflar hem de devlet içi klikler arasında yeni saflaşmalar, yeni konumlanışlar ve yeni kavgalar yaratacağı açıktır.

Krizin derinleşmesinin halkta yaratacağı etkinin nasıl politize edileceği ve “filler tepişirken” ezilmemek için halkın sürece nasıl dâhil edileceği ise esas ve öncelikli meselemizdir.