Her geçen gün, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisinin, halkın büyük oy desteği ile hem de sandıktan çıkarak ülke yönetimine talip olup da bu denli “kaba güç”...

Günlerin bugün getirdiği,

Baskı zulüm ve kandır…

Her geçen gün, Recep Tayyip Erdoğan’ın ve başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisinin, halkın büyük oy desteği ile hem de sandıktan çıkarak ülke yönetimine talip olup da bu denli “kaba güç” ve “tehdit” mantığına sığınmasının ruh halini, anlamakta gerçekten zorlandığımı itiraf etmek durumundayım.

Nasıl olur da bir siyasal lider, tek başına iktidar olan bir başbakan, üstelik “mağduriyetlerden” bugünlere geldiğini her fırsatta dile getirmeyi bir ayrıcalık gibi çoğu kez “şairane” üslupla vurgulayan biri, bu denli “yasakçı” olabilir. Bu denli yasaklara gerekçe uydurmakta mahirleşir. Kanımca orta yerdeki soruya, verilmesi gereken yanıt tam da budur.

1 Mayıs sabahı televizyonlardan görüntüleri izledim. Özellikle Taksim’i, bir de Şişli’de polisin boyalı tazyikli sulu, gazlı kaba güç gösterilerini… Yazıya başladım. Yukarıdaki iki paragrafı yazıp çıktım. Yakama kızıl bir rozet gül iliştirip Diyarbakır Dağkapı Meydanında 1 Mayıs nedeniyle basın açıklaması yapacak emekçilerin arasına karıştım. Kimi eski dostlar vardı. Ayaküzeri eski 1 Mayısları konuştuk. Nedense eski 1 Mayıs coşkularının, heyecanın kalmadığı konusunda hemfikirdik.

Sloganlar atılıyordu: “Yaşasın Bir Mayıs- Bijî Yek Gûlan” deniyordu hep bir ağızdan.

Ama bu sloganlar sadece güne gönderme yapmakla ilintiliydi. Asıl, muktedirin “laneti” sinmişti 1 Mayısın üzerine, diğer sloganların ana hedefi, 1 Mayısı Taksim’de kutlatmamayı kendince onur meselesi addeden “muhafazakâr muktedirdi”. Kitle kızgınlığını “ona” odaklamıştı.

Sloganları duyup dinleyince, “ne kadar anında tepki veren bir toplum olduk” dedim, kendime. Haklı bir tepkiydi elbette kitleninki. Çünkü daha iki gün önce Sakarya’da kapalı bir salonda bir etkinlik nedeniyle bir araya gelen Demokratik Toplum Partililer, bizzat muktedirin “Akıncıları” tarafından kuşatılmıştı. Hem de beş saat süreyle tacizin olanca yöntemleri kullanılarak. “Akıncı’sına”, “Tosuncuk’una” beş saat müsamaha gösterip dağıttırtmayıp havasızlıktan bir kişinin kalbinin durması sonucu ölümüne sebebiyet verenler, bir bayram kutlamasında anında kaba güç tavrını ve politikasını sergileyebiliyordular.

Aslında bu tavır olanca çıplaklığıyla bir tercihin siyasal ve simgesel manada olanca açıklığıyla beyanı ve itirafıydı. Tercih, kaba güç kullanımına bütün çıplaklığıyla müsamaha göstermekle yetinmeyip, bunun savunuculuğuna soyunmayı da beraberinde getirince yorumu da kolaylaşıyordu doğrusu.

Adalet ve Kalkınma Partisi bugün siyasal olarak tükenişin ayan beyan tezahürünü yaşıyor. Bundan zerre kadar da rahatsızlık duymuyor.

Etnisite vurgusu yapan, sınıf vurgusu yapan, kimlik kültür ve hak temelli bir talepkârlığa soyunan her ses dillendiriciliği, mücadele istenci, AKP iktidarının gadrine uğramaya aday. Kürde düşman olanlar, işçi sınıfına da düşman. Tıpkı Newroz’da olduğu gibi. Newrozları kutlattırmayıp kana bulayan mantıkla, Bir Mayısları kutlattırmayıp kaba güç gösterisine döndüren anlayış tıpatıp birbirinin aynıdır. Ve bu anlayış, bugünkü iktidarda varlık bulmuştur.

32 yıl arayla katıldığım ikinci Bir Mayıs oldu, 2008’in Bir Mayısı. 1976 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi iken Ankara’dan otobüsle gidip şafak vakti inmiştik Kabataş iskelesinin önüne. Ancak öğlen saatlerinde girebilmiştik Taksim Meydanına. “Yaşasın Hakların Kardeşliği” diyorduk inanarak, bağırarak.

Şimdi 2008 Türkiye’sinde bu kez Diyarbakır’da kutladım Bir Mayısı. Sadece “Yaşasın Bir Mayıs” dedim. O kadar! Çünkü artık kardeşliğe inanmıyorum. Halkların kardeş olabileceği hikâyesi bana hiç mi hiç inandırıcı gelmiyor. Olursa “Dost” olur halklar… Kardeşin kardeşe yapmaması gerekenleri “ayrımcılığa karşıyız” diyen ve “kardeşliği” sıkça telaffuz edenler yapıyor bugünlerde. Ol sebepten ötürü dostlar bayramımız mübarek olsun, “Her Bijî Yek Gûlan- Yek ê Gûlan Pîroz be” diyorum.