Yazı bazen hayata yetişemiyor. Altı Mayıs ile ilgili bir yazıya başlamışken, Mardin katliamı gündeme düştü. Tam...

Yazı bazen hayata yetişemiyor. Altı Mayıs ile ilgili bir yazıya başlamışken, Mardin katliamı gündeme düştü.
Tam da Altı Mayıs idamlarıyla, Polonyalı sinemacı Kieslowski’nin “Öldürme üzerine Küçük Bir Film”i arasında bir simetri kuracakken...
Nice idamlarla ve nice ölümlerle bir ilişki kuracakken...
Ölümleri konuşurken ve yazarken bile, öldürme üzerine bir dünyada yaşadığımız dikkatimizden kaçabiliyor işte böyle bazen...
“Arkadaşlar Biz Gidiyoruz.” Bu bir idam yolculuğunu bildirmeydi. İçeriden ve içerideki, geride kalanlara bildirilen... Yıllar önce yazdığım bir metne de girmişti; “…Kısa notlarla kalmış sayfa. Ve sayfanın altına başka sonlar, başka notlar; ‘arkadaşlar biz gidiyoruz!... biz gidiyoruz!...’ Bütün cezaevi taş kesildi. Kaskatı. Çatır çatır çatladı sonra. Duvarlar uğultudan sarsılmaya başladı. Bunca gürültü içinde ses hep duyuluyordu.: Arkadaşlar! Biz gidiyoruz. Arkadaşlar! Biz gidiyoruz. Üç kişinin ardı sıra, adımları da gidiyordu. Adımları duyuluyordu. Kısa sessizlikler. Ölüme gidiyorlardı. Arkadaşlar biz gidiyoruz derken, geriye, selam, elveda bırakıyorlardı. Çatlamayan bir sesle... İşçi Mehmet anlatmıştı bunları. On İki Eylül’den sonra Buca Cezaevi’nden idam sahnesini. Not alıvermişim küçük çocuğun öyküsünün ayakları dibine. Bu da benim çiçeğim. Acı çiçek.”
Ölüme giderken, hâlâ seslenilen “arkadaşlar” vardı. Hâlâ seslenilen “biz” vardı. “Biz” olanlar ölüme giderken, diğer “bizlerle” ilmeği ve yaşamı paylaşıyorlardı.
“Arkadaşlar biz gidiyoruz.” Ölüme? Evet, ölüme. Hâlâ ölümüne bir sorumluluk, ölümüne bir dayanışma kültürü ve paylaşma duygusuyla. Bize ait hale getirdiğimiz, “bizim durumuna”  getirdiğimiz ölüme. Varsın John Berger, “Ölüm hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulur” desin. John Berger de yanılabilir. Bu örnekte en azından yaşamında bir kez yanılmıştır.
Arkadaşlar biz gidiyoruz, dediler ve gittiler. Yüreğimizde adları ve anıları kaldı.
Şimdi kimi yazı erbabı “ölü sevicilik” gibi uzak ve soğuk kabuklar yapıştırsınlar bunlara. Hayatı savunmayanlar, varsın hayatı ölümle savunanlara ölü sevicilik desin. Hâlâ  arkadaşlarına, “Biz gidiyoruz” diyerek gidenlere, “Biz gidiyoruz” diyerek ilmeği yenenlere borcumuz var. Hep, hep “biz” demek borcumuz var…
Son ölüm; Mardin Bilge Köyü katliamı. Nice ölümlerden, kıyımlardan ve öldürümlerden sonra gelinen bir aşamadadır. Hatta bir ara aşamadır. Daha ne ölümler göreceğiz kimbilir. Ölümün her türlüsü kötü. Şimdi görsel ve yazılı basında sayısız uzman kendini gösteriyor.
Altı Mayıs’ta ülkenin geleceği asılırken kılı kıpırdamayanlar da şimdi hem yeni katliamlara, hem eskilerde kalanlara gözyaşı döküyor. Ölüm bile ikiyüzlülüğü ortadan kaldıramıyor.
Mardin katliamından bir hafta önce Bostancı’de 500’den fazla polis bir evi kuşattı ve saatlerce mermi ve bomba yağdırdı. Mermi ve bomba ölüm demektir. Daha kötüsü, ölümün güncelleştirilmesi, günlük hayatımızın bir parçası haline getirilmesi, sıradanlaştırılması demektir. Kamu, kamusal erk olarak öldürme hakkını kendinde görüyor. Öldürmek son çare, hatta seçenek dışı bir olgu olarak kabul edilmiyor. Megafondan “Kamu’nun metal ağzı” bağırıyor; “Ya teslim olun. Ya da öleceksiniz.!” Ölüm ve yaşam bu kadar yakın. Ya ölüm, ya yaşam. Üçüncü seçenek yok. Aynı kamusal erk özneleri ağlak ifadelerle üzüntülerini dile getiriyor; faili kamu olmadığı için, başka bir ölümde.
Mardin katliamı sırasında ABD Afganistan’da sivilleri bombaladı. 147 ölü dendi. Sayı kesin değil. Bir eksik beş fazla. Bir ad, bir sayı, her biri bir hayat. Bir cümle ile bitiriveriyoruz.
Ortalık yerde yıllarda beri sıkılıp duran kuşunlar, kurulan darağaçları “biz” için. “Biz” duygusu içindir her şeyden önce. “Biz”i öldürdükten sonra, geride kalanlar olmuş, olmamış ne farkeder. Mardin’de olduğu gibi, tavuklara varıncaya kadar öldürmeyi “taammüd” etmiş, etmemiş ne farkeder?.
Darağaçlarında asılanların haykırışları bu nedenle çok önemlidir. Ölüme gidenlerin “Arkadaşlar biz gidiyoruz” diyerek, taş duvarları titretmesi bu nedenle yaşamsaldır. Ölümün hemen öncesinde, ölümden kopan, ölümden kopartılan bir sestir bize kalan.
Kieslowski’nin öldürme üzerine filmini izliyor bütün dünya. Kutsal kitabın “öldürmeyeceksin” emrinin bir çeşit tersinlemesi. Eskiden yeniye, her ölümün; Altı Mayıs’ın, Bostancı’nın, Mardin’in birbiriyle ilintili olduğu gerçeği karşımızda duruyor. Bir ölümü lanetliyorsak, hepsinden de sorumluyuz demektir.
Mayıs ayı ölümler ayı. Bir de “Unutmam On Sekiz Mayıs’ı “ türküsü vardı...