Çoğu işlerini tek başına yapamaz halde. Kulakları çınlıyor, kasları kasılıyor, yutma sorunları var, ışığa karşı aşırı duyarlılar...

Çoğu işlerini tek başına yapamaz halde. Kulakları çınlıyor, kasları kasılıyor, yutma sorunları var, ışığa karşı aşırı duyarlılar, çift görmeye başladılar. Elde ve ayakta uyuşma, denge sorunları var. Ağızlarından kan geliyor. Bilinçleri ise bir açık bir kapalı. Bugün, açlık grevi 66. gününde. Başbakan’ın şov olarak gördüğü resim işte bu. Yiyip içiyorlar, dediği BDP vekillerinden Leyla Zana da Meclis’deki odasında açlık grevine başladı. Ölüler üzerinden siyaset yapılır mı, diye isyan ediyor Zana. “Bu hepimizi yakıyor, hepimizi yıkıyor.”

 

AKP’nin ‘yüreği sevgi, gözü yaş dolu’ ağabeyi Bülent Arınç, dili yasaklanmış, köyü yakılmış, yüzlerine karşı “sen bir hiçsin” deme fırsatı tek bir gün bile kaçırılmamış; hapsedildikleri umutsuzluktan umut çıkarabilmek için, sahibi olarak gördükleri son şeyi, bedenlerini, açlığa yatırmış insanlara “bizim için değerlisiniz” diyor. Roboski’de savaş uçaklarıyla bombalayıp paramparça ettiği Kürt çocuklarının ailelerinden özür dilemediği gibi, olayın basit bir kaza olduğuna inanmamız için var gücüyle çalışan hükümeti adına sesleniyor Arınç Kürtler’e: değerlisiniz, ölmeyin!

***

Ölüler üzerinden siyaset yapılır mı, diye isyan ederken Zana, beri yanda çekmecesinde sakladığı yağlı urganı çıkarıp sallıyor Başbakan. Roboski’den sonra açtığı kürtaj tartışması gibi, açlık grevlerine karşı idam kartını gösteriyor. Doğumu ve ölümü yönetebileceğine dair bir gücü avuçlarında hissedebiliyormuş gibi davranması, yürüdüğümüz demokrasi yolunda vardığımız tehlikeli durağın en iyi özeti aslında. Öte yandan, 30 yıldır akan kanın dünyadaki örnekleri gibi ancak diyalogla çözülebileceği ortadayken, asarım keserim diye bağırmanın, sözü geçen şovun ta kendisi olduğunu söylemek de zor olmaz. Zira dağa çıkmalara, idam kozunu kullanarak engel olunabileceği düşüncesinin gerçekçi bir yanı yok.

 

Açlık grevi eylemcilerinin üç talebi var. Bunlardan ilki anadilde savunma hakkı. Diğer dillerde uygulandığı gibi, bir tercüman eşliğinde kolayca ortadan kaldırılabilecek bir sorun, Kürtçe’nin ısrarla ‘bilinmeyen dil’ olarak yorumlanması nedeniyle kangrene dönüşmüş durumda. Meclis’e getirilen anadilde savunma hakkıyla ilgili düzenlemede, Türkçe bildiği halde –anadil demekten kaçınılarak- ‘kendisini daha iyi ifade edebileceği bir dilde’ savunma yapmak isteyen kişiye sadece iddianamenin okunması ve esas hakkındaki mütalaasını verirken izin veriliyor. Tercüman bulundurma ve ücretini ödeme sorumluluğu da mahkemeye değil, sanığa ait. Bunun yanında hakime, ‘yargılamayı sürüncemede bıraktığı’ gerekçesiyle tercümeyi engelleme yetkisi veriliyor.

Sonuç olarak elde, hakimin insiyatifine bırakılmış ve satın alınması beklenen bir hak kalıyor!

***

İkincisi Öcalan’a tecritin kaldırılması talebi, ki bu da tıpkı anadilde kendini savunma hakkı gibi evrensel hukuk kurallarının bir gereği. Kim olursa olsun, her hükümlünün avukatıyla görüşme hakkı vardır. Üçüncü talep ise anadilde eğitim. Sadece anadilini konuştuğu için eziyet gören Kürtler’in, bu talebinin seçmeli ders adı altında çözümlenmek istenmesini yetersiz bulmalarında da anlaşılamayacak bir şey yok.

 

Bütün bu haklı talepler doğrultusunda, ileri demokrasi bayrağını göndere çekmekle övünen bir lider, ölümle alay edercesine, BDP’li vekillerin açlık grevine devam etmesi gerektiğini, çünkü nefis terbiyesine olduğu kadar bazılarının da ciddi şekilde rejime ihtiyacı olduğunu söylüyor. Sorun çözücü bir pozisyonda olmasına rağmen, tavrını sorunu görmezden gelmek olarak belirleyen Başbakan’ın konuşmasına BDP’li vekilleri çözümün tarafında olmamakla suçlayarak devam etmesi, tam anlamamıyla yavuz hırsızla ev sahibi arasındaki asırlık ilişkiyi anımsatıyor. Hele de Roboski, olanca sorumluluğuyla üzerinde asılı duruyorken...

 

Rotayı insan hakları yönüne ayarlayıp yürümenin, zaman içinde utanmayı engelleyen bir faydası var. Hem geçmişin mağduru olarak Başbakan’ın kendisi de iyi bilir ki, hakkı olanı istiyorsa birileri, diğerleri çaldığı içindir önceden.