Ortak çığlığımız 'Hayır'
Murat Müfettişoğlu
Yunanca antinomi sözcüğünün Türkçe karşılığı çatışkıdır. Mantıkta iki öğenin birbirleriyle uyuşmazlığı anlamına gelir; dolayısıyla çözümsüz bir çelişkiyi tanımlamak için kullanılır. Güncel siyasetin alanına çekerek tersten örneklendirmeye çalışalım: AKP ile Cemaat, maddi çıkarları ayrıştığında birbirlerine girmekte tereddüt etmediler. Buna rağmen aralarındaki ilişki antinomik değildir; bir gün bir yerde uzlaşmaları ihtimal dâhilindedir. Şu an kanlı bıçaklı olsalar da, zihinsel koordinatları ve toplumsal idealleri arasında yakınlıklar, geçişkenlikler vardır.
Kavrama ilişkin diğer bir örnek: 7 Haziran seçimi öncesinde ortalıkta dolaşan bir iddiaya göre, AKP ile HDP birlikte büyük bir oyun tezgâhlamaktaydılar. Oyun falan tezgâhlamadıkları, tam tersine birbirlerine bilendikleri sonradan ortaya çıktı. Cemaat örneğine benzer görünse de, ‘sınıf-kimlik’ farklılıklarının derin bağlamını ve ‘güncel-pragmatik’ hedeflerin sığ bağlamını dikkate aldığımızda aralarındaki ilişki antinomiktir diyebiliriz. Yani uzlaşma zemini pek yoktur. Malumunuz AKP bunu bildiği için, 7 Haziran yenilgisi sonrası antinominin ‘kimlik’ boyutunu zorlayarak Türk milliyetçiliğine oynamış ve Kasım’daki seçimi “kazanmasını” bilmiştir.
HDP yalnızca ‘emek-sınıf’ çizgisinde bir parti olsaydı, AKP muhtemelen devrim, komünizm, ateizm vs “tehlikeleri” üzerinden taarruza geçecekti. Diğer yandan, dengeleri etkileyecek nicelikte ve nitelikte bir HDP kitlesi olmasaydı; yani, Kürt seçmenlerin sayısı milyonları bulmasaydı, AKP HDP’yi zinhar dikkate almayacaktı. İki partinin yakın geçmişte “ortak çözüm” için masaya oturmaları bahse konu antinomik ilişkiyi değiştirmediği gibi, bir gün tekrar masaya oturma ihtimalinden söz etmek güçleşmiştir. Zira, AKP’nin Kürtlere yönelik oy hesaplarıyla, HDP’nin toplumsal özgürlüklere dönük taleplerinin konforlu bir politik seviye yaratmasının ‘nesnel-bilimsel’ zemini yoktur. Oldurulmaya çalışıldığında yaşananlar ortadadır. Nihayetinde taraflardan biri, gücü tek elde toplamanın derdine düşmüş bir iktidarken, diğeri, “bölgesel/yerel” bazdaki demokratik beklentilerinin karşılanmasını isteyen muhalif bir öğedir. Aralarındaki antinomik ilişkinin “diyalektik” bir senteze dönüşmesini imkânsız kılan bir neden daha var. O da, güncel siyasetin sığ pragmatik tekrarlarıyla ilgilidir ki, özellikle HDP’nin ‘evrensel-sınıfsal’ politikaya yabancılaşmasına neden olmaktadır. Kural bellidir: Sağ popülizmi düstur edinmiş bir siyasal iktidarla kolay kolay masaya oturulmaz; oturulsa da sonuç alınamaz. Neyse ki HDP, Cumhurbaşkanlığı ve 7 Haziran seçimleri öncesi ‘Türkiyelileşmek’ sloganıyla bu açmazdan kurtulma girişiminde bulunmuş ve –nispeten- karşılığını almıştır.
‘Kimlik’ mağduriyetini ‘sınıfsal’ mağduriyetin bağlamından koparıp siyaseten aşkınlaştırmak ve iki mağduriyet arasında ‘öncelik-sonralık’ ikilemi yaratmak, bütün mağduriyetlerin sebebi olan sistemik iktidara karşı mücadele zemininin kaymasına neden olur. Diyelim ki, farklı türden mağduriyetleri sınıfsal mağduriyete tahvil ederek komple bir mücadele geliştirmeyi başardınız. Yetmez. Politik mücadelenin belli merkez(ler)de yoğunlaşmasının önüne de geçmeniz gerekir. Aksi halde, dâhili güç odakları sorunuyla uğraşmak zorunda kalır, tarihsel/sınıfsal bağlamın tekrar dışına çıkarsınız. Hasımlarınız ellerine geçen kozu değerlendirmekte tereddüt etmezler. AKP’nin dönüp dolaşıp bütün bir HDP’yi İmralı ve Kandil’le ilişkilendirmesinin esprisi budur. Bazı Kürt “aydınlarının” kapıldıkları merkezkaçın etkisiyle yaşadıkları düşünsel savruluşlar da başka türlü açıklanamaz.
İsimleri lazım değil; kimileri AKP’ye yamandı; kimileri burjuva ulus-devlet çizgisine oturdu; kimileri de -Türk milliyetçiliğinin simetrisinde- Kürt milliyetçisi oldular. En kötüsü; savruldukları noktayı tek ve en meşru nokta gibi algılamalarıdır ki, bu durum, mücadele ettikleri hegemonik yapıya dönüşmeleri gibi bir çelişkiyi beraberinde getirmektedir. Birlikte özgürleşmenin ve demokratik toplumu birlikte kurmanın esprisini kavrayamayanlara zaten ‘aydın-entelektüel’ diyemeyiz. Tespitlerimizin, farklı etnik kökene sahip tüm muhalifleri bağladığını da belirtelim.
Buraya kadar yapılan çözümlemeleri HDP'li siyasetçiler önceden akıl edememiş olabilirler. Akıl etmiş olsalar da risk almayı tercih etmiş olabilirler. AKP ile “çözüm masasına” oturmadan önce olacakları tahmin eden muhaliflere sorsalardı ‘o masaya oturmamaları’ söylenirdi -ki söylendi de. Geldiğimiz noktada, ‘her şey bitmeden hiçbir şey bitmiş değildir’ demekten başka çaremiz yok. Sentez oluşturabilecek zemine sahip grupların aynı masaya oturmalarını sağlamaksa tek seçeneğimiz.
•••
Bugünlerde 'Hayır' cephesindeki bir kısım seçmen aralarında fısıldaşıyorlar: “Biliyor musunuz, HDP'liler Anayasa referandumunda ‘Evet’ diyeceklermiş!”. Böyle bir tercihin zemininin olmadığını ilk bölümde özetlemeye çalıştık. Yine de, 31.01.2017 tarihli BirGün haberini paylaşmakta yarar var: ‘Halkların Demokratik Partisi(HDP), Demokratik Bölgeler Partisi(DBP), Halkların Demokratik Kongresi(HDK), Demokratik Toplum Kongresi(DTK), Özgür Kadın Hareketi(TJA) bileşenleri Diyarbakır’da ortak yayımladıkları deklarasyonla Anayasa değişikliğiyle ilgili yapılacak referandumda ‘Hayır’ oyu kullanacaklarını duyurdular.’
HDP’nin ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ ve ‘Türkiyelileşmek’ çıkışı 7 Haziran seçiminde barajı aşmasını sağlarken, AKP’nin milletvekili sayısının düşmesine ve tek başına hükümet kuramamasına neden olmuştu. Daha önemlisi, ülkenin ‘doğusu ve batısı’ birlikte nefes alacak fırsatı yakalamıştı. AKP’nin her başı sıkıştığında -tabanını konsolide etmek için- kullandığı “adaya ve dağa” gelince; kolektif siyasetin kurucu ve yatay zemininde sembolleşmeleri, hatta erimeleri kaçınılmazdır. Eridikten sonra karışacakları politik mecrayı ise zaman gösterir, ayrı mevzu. “Adanın ve dağın” birer ‘otorite-karar’ merkezi olarak kalmalarını arzu edenlerin neredeyse tümü çatışma sayesinde ayakta duran hiyerarşik ve hegemonik yapılardır. Bu bağlamda özellikle 7 Haziran seçimi sonrası ateşe ateşle karşılık vermenin ve hendek siyasetinin sonuçları herkes için çok ağır olmuştur.
İster, ‘merkez-çevre’ ikiliğinde çevrenin aktif hale geçmesi deyin; ister, demokrasi mücadelesinin yataya evrilmesi deyin; ister, sınıf ve özgürlük bilincinin eş zamanlı yükselişi deyin; güçler dengesi siyasal iktidarların ve/veya emperyal odakların aleyhine bozulduğu zaman devreye onların derin ve karanlık yapıları girer. İflah olmaz bir pişkinlikle kurguladıkları provokasyonların bizatihi (masum) kitleler tarafından organize edildiklerini iddia etmekten de geri durmazlar. Kutuplaştırarak ve bölerek yönetmek tek seçenekleri olup çıkar. Çünkü iyi bilirler; bir ülkenin madunlarının birliği, tehditlerin en büyüğüdür. Hâl böyleyken muhaliflere düşen, gereksiz paranoyalara kapılmadan ve fakat makul kuşkuları da elden bırakmadan, birleşmeye, genişlemeye ve derinleşmeye vurgu yapmaları, en önemlisi, bu iradeyi -sonuç ne çıkarsa çıksın- 16 Nisan sonrası için de gösterebilmeleridir.
Kobane olayları sırasında BirGün Pazar’da Qerin(Kürtçe Çığlık) adlı bir yazım yayımlanmıştı. 2 sene sonra siyaset bilimci John Holloway’ in bir kitabını okumuştum. Holloway, devrim ve dönüşüm hamlesini epik bir dil kullanarak ‘Çığlık’ teması üzerine oturtmuştu. Politik mücadelenin elbette türlü türlü dilleri var. Sorun; her politik dilin -kendi iktidar alanını yaratırken- birleşmeden çok bölünmeye neden olabilmesidir. (Kulaklara romantik gelse de) Çığlık, madden ve manen ihtiyacımız olan ortak dilin sembolik karşılığıdır. ‘Hayır’a gelince; mevcut politik dillerin ve tüm seçimlerin üzerinde bir çığlıktır ve şu an için en hayati olanıdır. Güçlü çıkması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
AKP ile HDP arasında geçmişte kurulan fantastik çözüm masasına geri dönerek bitirelim: Siyasal iktidarla kurulan (sonu başından belli) diplomasiler eninde sonunda iktidar olmayan tarafı yakar. Sol sosyalistler, yeryüzünün ezilenlerinin meşruiyetine, dolayısıyla bütünleşmeleri gerektiğine inanırlar. Bu yüzden, kolektif hak arayışını baskılayan bütün anayasa metinlerine ve yönetim şekillerine ‘Hayır!’ demeleri dar zamanlı görevleri değil, yegâne varoluş tarzlarıdır.