Bu kadar kısa sürede halk tarafından izlenmiş olmasını çok yadırgamıyorum. Karakter halka yakın bir karakter olduğu için çok ilgi topluyor, ancak...

“Bu kadar kısa sürede halk tarafından izlenmiş olmasını çok yadırgamıyorum. Karakter halka yakın bir karakter olduğu için çok ilgi topluyor, ancak halka kötü örnek oluşturuyor. Kötü hareketler, küfürler ile halkı olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Cumhuriyetimizi Atatürk’ün kurduğu günlerden itibaren sanat dallarının amacı halkın seviyesini yükseltmekti.” Prof. Dr. Müzeyyen Güler.
Bu sözleri okuduğumda çok şaşırdım, hâlâ böyle sözler söyleniyor mu, diye şaşırdım. Çünkü Cumhuriyet’in tarihi büyük oranda nitelikli olanın muhalif olması nedeniyle bastırıldığı bir süreçtir. Genel olarak nitelik muhalifliği getirmiş, hatta dürüst olmak muhalifliği bağrında taşıdığı için, Cumhuriyetimiz de Osmanlı’dan merkezi devletin yüceltilmesini devraldığı için, sanatçılarımız büyük oranda baskı altında yaşamaya çalışmışlardı. Yazarlarımız, şairlerimiz, sinemacılarımız ya doğrudan baskılarla hapisle ve baskıyla karşılaştılar ya da bizzat sansürün hışmına uğradılar çünkü. Örneğin Peride Celal, Esat Mahmut Karakurt gibi piyasa romancıları ne sansürle ne de geçinme derdiyle uğraşırken, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir siyasi baskılara maruz kalıyorlardı. Aynı şekilde Kerime Nadir’in çok sayıda piyasa romanı sinemaya uyarlanırken, önemli romanlarımız ya uyarlanmıyor ya da uyarlandığında büyük bir ticari getirisi olmuyordu.
Ama ben bunları tartışmak yerine genel olarak Osmanlı’dan gelen ve Cumhuriyet altında yeniden yapılanan mizah anlayışımızdan söz ederek Cem Yılmaz ve Recep İvedik filmlerinin sosyolojik özelliklerini incelemenin daha yararlı olacağını düşünüyorum.
Biz de geçmişin mizah çalışmaları üç performans sanatında ortaya çıkardı. Birisi daha eski olan Karagöz diğeri önce Ortaoyunu daha sonra da evrilerek gelişen Tuluat olmak üzere bu performans sanatları bizde mizahın şekillendiği yerlerdi. Bu üç alanın üçü de çok sesliliğe uygun bir biçimde Osmanlı haklarından seçilmiş tiplerden oluşturulmuşlardı. Biri okumuş, efendi, uyanık Hacivat, diğeri halktan, cahil, kaba ve yeri geldiğinde şiddete başvuran Karagöz tipi büyük oranda Ortaoyunu ve Tuluat içinde de devam etmiştir. Bu oyunların yapısı farklı etnik tiplerin belirli tiplerde canlandırılması üzerine kuruluydu, dolayısıyla bu etnik yapılar arasındaki çatışmalardan etnik yapıların genel kültürel özelliklerine kadar basit bir oyun kurgusu içinde işleniyordu. Büyük oranda senaryosuz, kanava denilen genel bir oyun şemasına dayanan, irticalen oynanan oyunlardı. İçlerinde rüyalar, soylu ve zengin kişilere dair anlatılan hikâyeler, dönem dönem siyasi olayların hicivle anlatılması, paşalarla alay edilmesi gibi unsurlar olur, ama padişahın dokunulmazlığına ve taklit edilmemesine özen gösterilirdi. Ama yasaklarımız eleştirme özgürlüğünden her zaman daha fazla geliştiği için kellesini kaybeden karagözcülerimiz bile vardı. Ayrıca bir başka önemli nokta: bugün sanılanın aksine hem Karagöz’de hem de diğerlerinde açıkça cinsel temalar da işlenirdi. Genellikle halktan tip olan Karagöz ile örneğin Çelebi tipinde olmak üzere, bu performans sanatlarında cinsellik ve şehvet hem de şaşırtıcı ölçüde açık boyutlarda yer alırdı. Bu açıdan Osmanlı’da cinsel eğitimin ilk alındığı yerlerden birisiydi. Avrupa’dan gelen insanlar büyük oranda bunlara şaşarlardı.
Ama denilebilir ki Karagöz ve diğerlerinde siyasi temalar ve konular büyük oranda işlenilen, değinilen alanlardan birisiydi.
Mizah bir tür çatma sanatı olduğu düşünüldüğünden aslında dönemin gündemi büyük oranda içlerinde yer alır, bir tür halkçı ve tasavvufçu edayla bütün gelişmeler hakkında bir şeyler söylenirdi. Eğer başa dönersek Ortaoyunu ve Karagöz’ün bu muhalif karakterini yitirmesi ve gittikçe müzelik bir etkinliğe dönüşerek, basit bir çocuk eğlencesine dönüşmesi Cumhuriyet’ten sonra olmuştur ve dahası muhalif kimliğini yitirmiştir.
Bunların yerine daha başka mizah alanları ve sanat alanları öne çıkmıştır. Bu süreçte toplumun modernizasyonu ile batılılaşmanın belirleyici olarak hem Karagözü hem de Ortaoyunu ile Tuluatı tarih sahnesinden silmişlerdir.
Eskiden Kavuklu tipini en iyi canlandıran oyunun simgesi olan Kavuğu da taşır, kendisi sahneden çekilmeye yaklaştığında ise yeni yetişenlerden kendi seçtiği en iyiye Kavuğu törenle verirdi. Bu açıdan bakıldığında son büyük Kavuklumuz İsmail Dümbüllü idi ve o da kavuğu Ferhan Şensoy’a bıraktı, şu anda kavuğun sahibi Ferhan’dır, şimdi kavuğun kime verileceği ise tartışmalı bir konudur.
Ortaoyunu ve Tuluat’ın birer performans sanatı olarak bir diğer özelliği ise göstermeci bir biçime sahip olması, oyun içinde özdeşleşmeyi bilinçli olarak kıran çabalarla, seyirci ile oyuncu arasında bir yandan bunun oyun olduğunu vurgulayan öte yandan rol yapmadan oyuncunun kimi kendi fikirlerini söylemesine de izin veren bir yapısı vardı. Bu açıdan 1960’larda Brechtyen tiyatro ülkemizde önem kazandığında geleneksel sanatlarımız ile Yabancılaştırma çabası arasında paralellikler kurulmuştu.
Bir de kadın meselesi var ki, burası çok önemli, asıl Cumhuriyet bu konuda bir devrim yapmıştır. Birincisi Osmanlı’da Müslüman kadınların sahneye çıkmalarına izin verilmiyordu. Bu nedenle oyunun dramatik yapısı gereği zorunlu olan kadın tipleri Zenne denilen erkekler tarafından canlandırılıyordu. Hatta öyle ki zenneliği ile ün salmış insanlar vardı ve oyunun en zor oynanan bölümlerinden birisiydi.
İkincisi ise zennelerin canlandırdığı bütün kadınlar hafifmeşrep ve paraya ve şehvete düşkün kadınlardı. Bunun çok önemli bir sosyolojik nedeni vardı. Osmanlı yaşayışı kadınları bir tür toplumsal hayattan silmeye çalıştığı için, erkeklerle konuşan ve erkeklerin içinde dolaşan kadın tipi bunu gerektiriyordu. Bu kadınların evli olması ve kocalarıyla sahnede temsil edilmesi de imkânsızdı, çünkü aile hayatının mukaddesatı buna izin vermezdi. Bu nedenle kadınlar büyük oranda randevuevi işleten hatta içkili âlemli ev şenlikleri düzenleyip erkekleri soyup soğana çeviren tiplerden oluşuyordu.
Kadınların sahneye çıkması meselesi ancak Cumhuriyetle çözülebildi. Öyle ki 1922’de çarşaf giymiş bir kadını canlandıran beyaz Rus oyuncunun oynadığı İstanbul’da bir Facia-ı Aşk filminin çekimlerinde Muhsin Ertuğrul’un ekibi saldırıya uğramıştı. Kadının Müslüman olmadığı söylendiğinde ise bu kez giydiği çarşafın kutsallığı öne sürülerek ekip linç edilmek istenmişti.