12 Eylül’de cezaevleri her türlü insan hakkının çiğnendiği, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı birer ölüm evi gibiydi. İnsanlara zulüm etmek için cezaevleriyle de sınırlı kalınmadı. Emniyet müdürlükleri, kışlalar, okullar, kamu binaları hepsi birer işkence haneye çevrildi. İşçilerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, memurların, kadınların örgütlü gücünü kırarak 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesine imkân sağlamak darbenin ekonomik hedefiydi. İdeolojisi ise ABD’nin Yeşil Kuşak projesiyle uyumlu Türk-İslam senteziydi ki günümüz Türkiye’sinin ekonomik ve siyasi yapısı 12 Eylül darbecilerinin istedikleri sonucu elde ettiklerinin kanıtı.  

“Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diyerek 12 Mart’ta yaşatılan baskı ve zulmün sebebini en veciz şekilde tarif eden Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç ve silah arkadaşlarının yarım bıraktığı işi 12 Eylül’de Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren ve asker arkadaşları tamamlamış ve Türkiye’nin demokratik rotası, ılımlı İslam’a kaydırılmıştı. Bu süreçte resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 171 kişi işkencede öldürüldü. 50 kişi idam edildi.  

12 Eylül’ün en namlı hapishanelerinden biri de kuşkusuz Binbaşı Esat Oktay Yıldıran yönetimindeki Diyarbakır Cezaevi’ydi. Tanıkların ifadelerine göre cezaevindeki işkenceler arasında dışkı yedirmek, makata cop sokmak, elektrik vermek, tecavüz, İstiklal Marşı dinletip okutarak dayak atmak ve insanları içi lağım dolu çukurlara girmeye zorlamak vardı. Mahkumların banyo yapmasına izin verilmiyordu.    

Eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gültan Kışanak cezaevinde yaşadıklarını “tam bir vahşetti” diyerek anlatmıştı. “Orada insanlık dışı muamelenin her türünü yaşadık. Esat Oktay’ın köpeğinin çıkarıldığı odaya alındım. Kemik ve pislik artıklarıyla 6 ay o hücrede kaldım. Bileklerimde söndürülmüş sigaraların izleri hala duruyor.” Kışanak, bugün yine cezaevinde. Yasada öngörülen azami yedi yıllık tutukluluk süresi dolmasına rağmen tahliye edilmiyor.  

Diyarbakır Cezaevi’nde işkence görenlerin suç duyuruları her defasında takipsizlikle sonuçlandı. 12 Eylül ve geçmişte işlenen insanlığa karşı suçlarla ilgili başlatılmayan ya da adaletin tecelli ettirilmediği bütün soruşturma ve davaların neticesinde bir gün, bir sabah gördük ki, işkencelerle anılan Esat Oktay Yıldıran’ın adı İzmir Buca’daki bir ilkokula verilmiş. Bu kararla küçücük çocuklara nasıl bir miras aktarılmak istendiği bir yanda, birilerinin bu ‘onurlandırma’ girişimini rahatlıkla ve itirazsız gerçekleştirebileceğine dair inancı diğer yanda duruyor.  

Tabela tepkiler üzerine kaldırıldı. Çünkü 12 Eylül adalet önünde hesaplaşması tamamlanmamış ve hala içinde yaşayageldiğimiz bir zamanı tarif ettiğinden hepimiz unutamamakla lanetleyiz. Dün asgari ücret açıklandı. 17 bin 2 lira. 43 yıl önce işçinin maaşının kendi maaşından yüksek olduğundan yakınan Kenan Evren’in mahkemelerinde idamla yargılayıp darmaduman ettiği sendikacılar ve sendikacılık faaliyetleri, bakan ve işveren temsilcisinin yanında oturuyordu işte öylece, etkisiz.  

12 Eylül darbecileri, mahkumlara karşı din dersi, İstiklal Marşı söyletmek, nizami yürüme, tekmil, içtima, tek tip elbise gibi askeri uygulamaları bir işkence aracı olarak kullanarak ülkede lümpen, ırkçı, tehditkâr ve saldırgan bir milliyetçiliğin yeşermesini sağladı. Sağa sola savurdukları nefret tohumlarının toplumu bölen zehirli meyvelerini yiyoruz bugün hepimiz.  

Yerel mahkeme dün, TİP Milletvekili Can Atalay ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu ikinci ihlal kararını da uygulamayarak, 43 yıldır bir türlü demokratikleştirilmeyen 82 darbe Anayasa’sını bile rafa kaldırmış oldu. 12 Eylül’ün çizdiği rotayı takiben bugün vardığımız yer, farkında olalım ya da olmayalım, delilsiz ve de keyfi, hepimizin her an tutsak edilebileceği Anayasasız bir ülke. Yazık ki hem de ne yazık.