Eskiden gazetelerde pehlivan tefrikaları yayımlanırdı. Yazar, güreşe tutuşan iki pehlivanı bir türlü çayırdan kaldırmaz, oyun oyunu izler, günler geçerdi. “Pehlivan tefrikası gibi uzatmak” denmiştir buna. Geçen hafta Kırkpınar’a ilişkin yazmıştım. Hızımı bir yazıyla alamadım...

Eskiden gazetelerde pehlivan tefrikaları yayımlanırdı. Yazar, güreşe tutuşan iki pehlivanı bir türlü çayırdan kaldırmaz, oyun oyunu izler, günler geçerdi. “Pehlivan tefrikası gibi uzatmak” denmiştir buna. Geçen hafta Kırkpınar’a ilişkin yazmıştım. Hızımı bir yazıyla alamadım...
Gazetemizde, Fransız Kültür Merkezi’nde yer alan bir fotoğraf sergisi haberi, yağlı güreşlerin aynı zamanda sanatsal üretime konu olabileceğini göstermiştir. Bu konuda “Pehlivan” filmini de unutmamak gerekir.
Sanatın temel plastik malzemelerinden biri olan insan bedeni, feodalizm sonrası burjuvanın mülkiyet zaferi anlamında, çıplak beden olarak estetize edilerek sanatsal üretime konu olmuştur.
Burada bir  asimetrik simetri yaparak, çıplaklık konusunda “bak biz bunu daha önce yaptık” gibi sulu sepken çıkarımlar dahi yapabiliriz. Öyle ya, yağlı güreşlerde de aslolan çıplaklıktır. Kıspet dahi, çıplaklığa en yakın bir giysidir. Ya da, burjuvanın asalet satın almasıyla, güreş ağalığı satın alınması arasında bir simetri kurabiliriz.....
Bütün bu zorlamalı ilintilerin dışında; çayırda bir hikâye yaşanır. Yenenlerin dışında bir de yenilenler... Hikâyesi anlatılmayanların da bir hikayesi vardır.
Bu hikâye de bilinmeli. Çayıra yenilip, başı önünde çıkanların hikâyesi. Koca civan bir pehlivan olarak, rakibine meydan okuyup, kendine güvenle peşrev çeken, sonra yenilip, çayırın ortasında, onca kalabalığının içinde, kızgın güneş altında tere ve yağa batmış bedeniyle, açık düşen, oturup, gözyaşını teriyle gizleyen insanların hikâyesi… Yenilip, birden yapayalnız kalan. Sonra başı önde çayırı terk ederken, umudunu bir sonraya bırakan, veya hepten yitirenler. Daha on yaşında çocuk pehlivanların, el kadar kalçalarında kıspet durmaması, bol gelen kıspetin çıkmasıyla yenik sayılan, taze hevesli çocukların hikâyesi... Çayıra kapanıp, hüngür hüngür bütün çocukluğuyla ağlamalarının hikayesi…
Tüm bu kenar süsü/yazı süsü değinmeler bir yana, Kırkpınar’ın da kendi içinde bir işleyişi, geleneği vardır. Kırkpınar’ı bugünlere getiren tarihteki nice pehlivanlardan; Koca Yusuf, Kel Aliço, Kara Ahmet, Filiz Nurullah, Hergeleci İbrahim, Adalı Halil, Kurtdereli… ve bunun gibi nice ünlü pehlivan... Kırkpınar, yenenlerle; başpehlivanlarla anılır. Onların hikayesi çokça anlatılır. Ancak, bu sürekliliğin içinde, farklı boyutlar, çeşitli insan unsurları vardır. Kırkpınar’a yaklaşımda, tek boyutlu bir bakış açısı eksiktir. Olayın tarihsel, kültürel, ekonomik vb sayısız yönü bulunmaktadır. Bunların arasında işte bir de çayırın mağlupları... Yenenin yenme konumuna yükselmesi için bir de yendiği bir “pehlivan” olmalıdır. Çayırın talihsiz kahramanlarıdır yenilenler… Herkes yeneni bilir. Ona koşar. Onu alkışlar. Ödüller ona verilir. Ona mikrofon uzatılır. Az da olsa, basında onun adı geçer. Kırkpınar için bin bir güçlükle bir yıl boyunca çalışan, koskoca bir yılın ürününü almak için çayıra gelen pehlivan, belki küçük bir hatayla yenilip, çayırı terk eder. Yeni yıla yeni umudu var mı yok mu bilemeyiz. “Yenilen Pehlivan güreşe doymaz” ama, yenilmenin de bir sonu vardır elbet. Bu geleneğin, bu kültürün sürmesi için, süreklilik için sadece galiplerin değil, mağlupların da anılması gerekmekte. Yenenler kadar -belki daha fazla- mağluplar da bu zincirin sürmesinde, olmazsa olmaz bir yere ve öneme sahiptir. Tarihe geçen galiplerin, bellek galerimizde yer alan heykellerinin kaidesini mağluplar oluşturmaktadır. Biliyoruz ki, ne kadar görkemli, şanlı olursa olsun, hiçbir heykel kaidesiz olmaz, havada durmaz.
“Çayırın Mağlupları” adlı bir belgesel tasarlamıştım. Beceremedim. Ben de “çayırın mağlubu” oldum, hikâyesi anlatılacakların sırasına katıldım bir çayır mağlubu olarak!
Bir yanda egemen/erkek egemen ve tam anlamıyla maço bir kültür. Bir yanda son ağanın “çete” suçlaması ile ortaya çıkan kimi “şaibeler”. Bunların varlığı, “Bize” ait olan bu deneyimi yoksaymamızı gerektirmez.
“Maço” dediğimiz kültürel görünüm, bir alt-kültür filan değil, doğrudan egemen kültürdür. Bunları yazarak maço kültürün yeniden üretimine katılıyoruz belki. Bu aynı zamanda toplumun sosyal örgütlenmesine bir neşterdir. Bir “ideolojik aygıt” olan güreşe neşterdir. Toplumu yeniden örgütleme kaygısı olanın bilmesi gerekmektedir.