İçinde yaşadığımız dünyayı iyi anlayabildiğimizden emin değilim. Sorun, cümle alemin gözü önünde, siyasi nüfuz kullanarak,

İçinde yaşadığımız dünyayı iyi anlayabildiğimizden emin değilim. Sorun, cümle alemin gözü önünde, siyasi nüfuz kullanarak, sadece kendilerini değil, yedi sülalesini ve de yakınlarını zenginleştirenlerin mahkeme önüne getirilememesinden ibaret değil. Bütün bunların gizli saklı olmadığı bir ortamda, nasıl olup da, hâlâ bu kesimlerin iktidarlarını koruyabildikleri sağduyu sahibi her kesimin kafasını karıştırıyor.
Örneğin ismi herkese malum bir belediye başkanına ilişkin olarak, ‘haklısın abi, adam çalıyor ama iş yapıyor’ diyen taksi şoförünün, nasıl akıl yürüttüğünü de, iyi anladığımızı sanmıyorum. Bu konuda çeşitli biçimlerde akıl yürütüyoruz, ama hiçbirimiz kendi açıklamalarımıza ikna olmuş değiliz.
Yaşamımızın her bir alanında, bu tür soru ve sorunlarla karşı karşıyayız. Talana katılmayanı ‘aptal’ ilan eden bu anlayışın gerisindeki maddi gerçeklik ve akıl yürütme biçimini anlayamayınca, toplumun önüne değil, gerisine düşmüş oluyoruz.
Herhangi bir süreci, olayı ya da kişiyi değerlendirirken, yaptığımız değerlendirmeler, ne söylersek söyleyelim,üç boyut içeriyor; performans (başarılı/başarısız), ahlak (doğru/yanlış), estetik (güzel/çirkin). Estetik boyutu şimdilik bir yana bırakıp, “çalıyor ama iş yapıyor” değerlendirmesine dönersek, bir belediye başkanının çaldığını düşündüğü halde, iş yaptığı için, beğendiğini söyleyen anlayış, bize bir şey söylüyor; giderek artan biçimde, ahlak sorununu bir yana bırakan bir performans toplumunda yaşıyoruz.
Çok uzun zaman geçmedi. Saygın bir üniversitemizin geçmiş rektörlerinden biri, üniversitesini dünyanın ilk beş yüz üniversitesi arasında sokmayı kafasına sokmakla kalmadı, giderek bunu bir takıntı haline getirdi. Üniversitede neredeyse yapılan her iş, bu bizim sıralamadaki yerimizi nasıl değiştirir sorusunun süzgecinden geçmeye başladı. Ancak bu yükselişte en önemli kriterlerden biri ‘saygın’ dergilerde yayımlanan makaleler olduğundan, bu konu öğretim elemanları üzerinde tümüyle bir baskıya dönüştü.
Ancak bu olayın benim tespit edebildiğim kritik anı, söz konusu rektörle, genç araştırma görevlilerin bir buluşmasıydı. ‘Hocam, deneylerimiz oldukça uzun sürüyor, sizin söylediğiniz hızda makale yazarsak, kalitesiz ürünler ortaya çıkar, diyen araştırma görevilerine, Rektör cevabı yapıştırdı; ‘siz de abartmayın o kadar, hızlı yayın yapın, kalite arkadan gelir’. Bu kez değerlendirme başka bir dil kazanmış oldu; ‘sabunluyor, ama iş yapıyor’.
Aslında bu sorun bütün bu kişiliklerin ötesinde. Giderek artan biçimde, performans toplumunda yaşıyoruz. Kamu ya da özel sektör fark etmeden, çalışanlar bir biçimde, performans ölçüm kriterleri olarak adlandırılan bir sürecin kurbanı haline getirilmiş durumda. Üniversitede, bölümlere bütçeleri performanslarına göre dağıtılıyor. Kaç makale yazdın, o kadar para. ‘Araklama’ serbest, kalite arkadan gelir. Hastanelerde, hemşiresinden doktoruna herkesin elinde ‘barkodlar’ var.  Kaç hasta, kaç rontgen, kaç aşı, o kadar teşvik primi.
Sorun şu; kimse hastaya ne olduğu, yazılan makalenin ya da kitabın ne derece bilimsel ve katkı sağlayıcı olduğu soruları ile ilgilenmiyor. Varsa yoksa, sonuç; sayılar, sayılar.... Yani performansı ölçüyoruz, ahlak mı, o başka bir dünyanın sorunu. Çalıyor ama kısmı değerlendirme dışı.  Kısaca ahlakın yerini, bütün hızıyla performans alıyor.
Bu değişim çeşitli biçimlerde açıklanabilir. Örneğin ünlü düşünür Nietzsche, Tanrı’nın öldüğü bir durumda, her şeyin makul ve mümkün olduğunu söylemişti. Öyle ya, tanrı öldüyse, kimden korkacaksınız? Bu nedenle, Nietzsche doğaüstü güçlerin ahlaki zorlamaları yerine, yaşamın sağladığı olanaklara bakmayı önermişti.
Türkiye açısından baktığımızda, ortada bir garabet var. Galiba tanrının öldüğünü, herkesten daha fazla, onun adına iktidar kullananlar farkındalar. Üstelik nihilist düşünürün önerisini de, fazlasıyla ciddiye almış durumdalar; yani, bu dünyanın nimetlerinden, tam gaz yararlanıyorlar. Gemiler, yumurta ticareti, ayrıcalıklar, İslami vakıflara Hazine’den yapılan arsa tahsisleri...
Toplumun gerisi? Onlar için, başka bir formül var gibi görünüyor. Bu dünyada durumu idare et, öbür tarafta her şey çok güzel olacak! Gerçekten öyle mi söyleniyor, ya da insanlar söyleneni böyle mi algılıyor  o da şüpheli. Aslında, geniş ve giderek de genişleyen toplum kesimleri, galiba durumu farkındalar. Tanrının kendilerini pek gözetmediğini, yaşayarak öğrenmiş bulunuyorlar. Bu nedenle, orada da performans kriterleri, tüm hızıyla yerleşiyor. Ellerinde ‘barkodlar’ var. Hangi parti kömür dağıtıyor? Hangi dönemde, yoksulluk yardımından yararlandılar? Yeşil kartı kim sağladı? Kısaca tanrının onları unuttuğu bir dünyada, kim, ara sıra da olsa, onları hatırlayacak bir performansı gösterdi?
Kısaca, toplumun dikkate değer bir kesimi, kendilerine düşen kaynağın, nasıl bir hukuksuz ve ahlak dışı el koyma biçiminden kaynaklandığını görüyor. Ama aynı zamanda, el koyanların elindeki kaynak büyüdükçe, pastadan sınırlı da pay alabileceğini de anlıyor. Yani, geniş toplum kesimleri, ufak ufak, bu ahlak sorununun ve performans toplumunun parçası haline getiriliyor. Performans toplumunda, ayakta kalabilmek, galiba böyle oluyor.