Geçen yerel seçimde birçok dönüşüm alanında, mevcut iktidarın oy oranlarını koruduğuna şahit olduk. Yani, gecekondusu başına

Geçen yerel seçimde birçok dönüşüm alanında, mevcut iktidarın oy oranlarını koruduğuna şahit olduk. Yani, gecekondusu başına yıkılan birçok vatandaşımız, iktidar partisine destek vermeyi sürdürdü. Küçük esnafımız da, bütün “bittik tükendik” feryadından sonra, gidip kendisini tüketenlere oy vermeye devam ediyor.
Bu durum sadece siyasal alana özgü değil. Geçenlerde, yöneticisinden kendisini ezdiği için şikâyet eden bir meslek odası çalışanın, bir sonraki dönemde, kendisini ezenlerin listesinden yönetim kurulu üyeliğine aday olduğuna şahit oldum. Hem de bu anlayışa karşı çıkan bir başka aday grubu varken.
Bu gerçeklikle yüzleşirken, kriz teorileri, sınıfsal tahliller ve benzeri türden sosyo-ekonomik açıklamaları yabana atmamakla birlikte, bu davranışların geri planındaki psikolojiye de iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Psikoanalitizin kurucusu sayılan Freud, insanı anlamak, büyük ölçüde, onun cinsel dünyasını anlamaktan geçer diyor. Durum buysa, işimiz zor. Her şeyi bırakıp, seçmenin cinsel yaşamına kafayı takacak halimiz yok ya. Dahası, biz cinsellik konusunu tabu haline getiren toplumlardanız. Yani, analizin ortalarında bir yerde, ya yazıişleri, ya da kendinden menkul ahlak zabıtaları tarafından harcanırsınız!
Bu tabuyu burada ve şimdi yıkamayacağımıza göre, ben metaforuma dönmeyi tercih ediyorum; yani, peygamberdevesine. Şimdiye kadar yardımını esirgemeyen bu kutsal hayvanın, cinsel yaşamıyla da bizlere yardımcı olmasını umuyorum.
Peygamberdevesinin cinsel yaşamına döndük ama, o da bir korku filmi gibi. Şöyle; çiftleşmenin en heyecanlı noktasında, dişil peygamberdevesi eril olanın kafasını pat diye koparıp, yiyor. Hayvanlar aleminde olur böyle şeyler, diyebilirsiniz. Olabilir olmasına da, ilginçlik bundan sonrasında; kafasız eril peygamberdevesi hiçbir şey olmamış gibi,  bütün ciddiyetiyle yaşamaya ve işine devam ediyor. Yani, size mutluluk vadeden partneriniz, orta yerde kafanızı koparıyor, siz hiçbir şey olmamış gibi, bütün sadakatinizle hizmetinize devam ediyorsunuz. Ne sadakat ama!
Şaşkınlığı bir yana bırakırsak, yanıtlanması gereken önemli sorular var; kafası koparılmış halde yaşamak nasıl mümkün oluyor ve daha da önemlisi, bu koşullar altında, bu performans ve sadakat nasıl üretiliyor? Bu soruları doyurucu biçimde yanıtlayan, kanımca, Türkiye’de iktidar ilişkilerinin nasıl işlediği konusunda önemli bir mesafe kat etmiş olur. O zaman olası yanıtlara bakalım.
Kafasını kaptırmış peygamberdevesine bakan orta sınıf aydın için standart yanıt hazır: “eh, görmüyor musun, kafasız bunlar, beyinsiz”. Bu değerlendirmenin yaşamımızdaki karşılığı, “cahil, IQ’su düşük bunların”.  Bu tür değerlendirmeleri yapanlar için, “kafasız, beyinsiz bunlar” demeye dilim varmıyor ama, daha zekice değerlendirmelere ihtiyacımız olduğunu da söylemek gerekiyor.
Aynı kesimlerden gelen daha “zekice” açıklama şu: “ aklı başka yerde bunların”. Bu teşhiste belli bir doğruluk payı var. Çünkü, peygamberdevesinin hareketlerini düzenleyen sinirlerin önemli bir kısmı karın bölgesinde. Yaşamımızdaki karşılığı şu; ne kadar ayni ve nakti yardım, o kadar sadakat.
Doğruluk payı var, ancak herkes biraz ikna olmuş, biraz olmamış durumda, bu açıklama karşısında. Yani daha derin bir yanıt gerekiyor.
Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, peygamberdevesinin dağınık bir sinir sistemi var. Yani, “beyinleri yenince”, zaten zayıf olan merkezi sinir sistemi devre dışı kalıyor. Ancak, başta karın bölgesi olmak üzere, vücutlarının çeşitli bölümlerine dağılmış  sinirler aracılığıyla hayatta kalmayı ve işlevlerini sürdürmeyi başarıyorlar.
İçinde yaşadığımız toplumsal ilişkilere dönersek, söylemek istediğim şu; dağıtan ve dağınıklaştıran bir dünyada yaşıyoruz. Giderek artan biçimde, geniş toplum kesimleri, bütüncül değerlendirmeler yapmanın zorlaştığı, lüks haline geldiği koşullarda yaşıyor. Fotoğrafın bütünü yerine, parçalanmış haline, parçalarına bakılıyor. Yani, merkezi sinir sisteminin büyük ölçüde tahrip edildiği bir durumda, vücudun farklı bölgelerinden farklı sinyaller alan bir düşünce sistemi giderek hakim hale geliyor.
Durum böyle olunca, örneğin, yoksulluğu yaratanlar ayrı, yoksulluk yardımını dağıtanlar ayrı bir karede, başka başka fotoğraflar haline geliyor. Değerlendirmenin tek ve bütüncül biçimde yapılamadığı bir durumda, asıl sorun, bu parçalanmış fotoğrafı kimin bir araya getireceği ve  yoksulluğu yaratanın da, yardımı dağıtanın da, aynı eller olduğunu göstereceği değil.
Büyük sorun, galiba, bu parçalanıp dağılan bilincin nasıl toparlanacağı!