‘Politik yarılmayı’ frenlemek
Kapitalizmin formatif ve normatif, yani biçimsel ve ilkesel değişkenlikleri karşısında muhaliflerin mücadele araçlarını yeterince güncelleyememesi kronik kötümserliğimizin bir diğer nedenidir
Bana bir kapitalist gösterin, ben size bir kan emici göstereyim
Malcolm X
Canlı bir organizmada enerjiyi ve hareketi sağlayan biyolojik ve kimyasal tepkimelerin tamamı ‘metabolizma’ kavramıyla açıklanır. Besin girdilerinin vücutta ayrışması, sindirilmesi ve dışarı atılması metabolik faaliyetlerin kapsamını oluşturur. Eksik, fazla yahut zararlı girdiler organizmada muhtelif yıkımlara, hatta ölüme neden olurlar.
Platon, insan ruhunun, ‘iştah’, ‘tutkular’ ve ‘akıl’ olmak üzere üç öğeden oluştuğunu, öğelerden birinin diğer ikisinden daha baskın olduğunu söyler. Buna göre kimileri iştahı, kimileri tutkuları, kimileri aklı öne çıkararak yaşar. İştahı mideyle, tutkuları kalple, aklı beyinle özdeşleştiren Yunan filozof, devletin ve toplumun da bu üç organdan oluştuğunu ve makro bir insana benzediğini iddia eder. Toplumu (hiyerarşik) sınıflara ayıran ve günümüz devlet-toplum yapısını pek çok yönüyle etkileyen Platon’a bu konuda katılamıyoruz. Ancak, ortada sınıflı ya da sınıfsız organik bir yapı varsa, yapının yaşamsal etkinliğinin sürmesine hizmet eden, girdisi çıktısına denk metabolik faaliyetler de olmalıdır.
Marx, toplum-doğa ilişkisinin insan emeği tarafından ‘belirlenen ve denetlenen’ metabolik bir ilişki olduğunu söyler. Normal şartlarda toplum, varlığını idame ettirmek için doğadan ihtiyacı kadarını alırken, otomatikman doğanın varlığını da gözetmiş olur. Hayvanların metabolik bütünlüğe katkıları içgüdüseldir. Sözgelimi, aslan, avladığı ceylandan kendine yeten eti aldıktan sonra çeker gider, kalanı diğer hayvanlar yer. Ardıç kuşu, ardıç ağacının meyvelerini yerken tohumlarını etrafa saçar; gittiği yere de dışkısını bırakarak ardıç ağaçlarının üremesine katkıda bulunur.
Hayvanlar alemindeki süreç milyonlarca yıl önce nasıl başladıysa öyle devam ederken, insanlar aleminde dramatik bir kopuş yaşanmıştır. Üretim ilişkilerinin değişmesiyle birlikte ‘ihtiyaç’ için üretimden ‘pazar’ için üretime geçilmiş; Marx’ın tabiriyle ‘metabolik yarılma’ başlamıştır. Kabaca 17.yy’da başlayan bu yarılma, Fikret Başkaya’nın ifadesiyle bir ‘sömürü metabolizması’ olarak işleyen kapitalizmin doğuşunun ve semirmeye başlamasının da miladıdır.
Dramatik kopuşun faili hayvanların hiçbirinde bulunmayan ‘akıldır’. Platon’un da katkılarıyla hiyerarşik toplum-devlet geleneğini oluşturan insan aklı, kendinden de ayrıcalıklı bir azınlık yaratmış, kalan çoğunluğa ve doğaya hükmetmeye başlamıştır. %100’ün aklı gibi davranmadığı ve doğanın bir parçası gibi hissetmediği müddetçe, zaten karmaşıklaşan ‘ortak varoluş’ sorunu karşısında bütün bir yaşamı(Bios) tehdit etmeye devam edecektir. Her şeye rağmen çözümün yine aklın kendisinde olduğuna inanıyoruz.
Ortaçağ’ın karanlığından kurtulmak ve bilimin önünü açmak için aklın felsefi açıdan “kutsanması” bir zorunluluktu. Devamında yaşanan sıkıntılar, ekonomi-politik güç dengelerinin egemenler lehine bozulmasıyla ilgilidir. Önceki toplumsal yapıyı ve onu sırtlayan üretim ilişkilerini olumlayacak değiliz. O dönem, sömürü ilişkilerinin ‘feodal ve dinsel’ yapıda cereyan ettiği ‘prekapitalist’ bir dönemdi; insanlığın, Rönesans, Reform ve Aydınlanma’yla birlikte gelişen aklı, derinleşen kültürü ve beliren yeni ihtiyaçları karşısında aşılmaya mahkûmdu.
Feodalizmden ve (siyasal) dinden bugüne gelenler biraz kendiliğindendir, çokça sömürü siyaseti sayesindedir. Zira, akıl ile somut çelişkilerin, göz ile yakıcı gerçeklerin, burun ile barut kokularının, kulak ile insan çığlıklarının arasına giren ‘sisli puslu’ olgular her zaman sistemin işine yararlar. Mesele; miadı zaten bitmiş kapitalizmden, onun etik-politik karşıtı olan ‘sınıfsız topluma’ nasıl geçileceği meselesidir. (İnsanlığın yazgısı ve zorunluluğu gereği), ‘geçilip geçilemeyeceği’ ne bu yazının ne de başka yazılarımızın konusudur.
Tarihin sonu gelir mi?
İki yüz yıl önce, ‘yiyecekler aritmetik artarken nüfusun geometrik artışı medeniyetin sonunu getirecektir’ diyen İngiliz iktisatçı R. Malthus’un; Soğuk Savaş’ın bitimiyle liberalizmin galibiyetini muştulayan ve tarihin sonunun geldiğini ilan eden F. Fukuyama’nın kerameti kendinden menkul tezlerinin aksine, (hakiki) bilim ve felsefe, emek ve üretim var olduğu müddetçe siyasal ve sosyal değişimlerin de kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla tarihin sönümlenemeyeceğini söyler. Ekolojik tahribatın tamiratı güç boyutlara ulaşması hasebiyle bu tespite itiraz edilebilir –ki bir sömürü metabolizması olarak çalışan kapitalizme ve onun ürettiği yıkım siyasetine ‘çokluğun’ dikkatini çekebilmek açısından yerinde bir itirazdır. Yoksa Malthus’un, kapitalizmin bekası adına yoksulların doğurganlık oranını yasalarla kontrol altına alma önerileri tarımsal teknolojilerin gelişmesi sayesinde anakronizmin sularına gömülmüştür. İş, üretim araçlarının el değiştirmesine kalmıştır.
Komünist Manifesto’nun ünlü ifadelerindendir: “Katı olan her şey buharlaşıyor; kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla yüzleşmeye zorlanıyorlar.”
Tespitin doğruluğunu insanlık binlerce yıldır deneyimliyor. İrili ufaklı sayısız örnek verebiliriz. Mütevazı ancak güncel örneklerden biriyle yetinelim: 5 Ocak 2018 tarihli BirGün haberine göre, ‘imam hatip liselerinde %69 oranında kontenjan boşluğu oluşmuş’. Siyasal iktidar, eğitimi imam hatipleştirme projesinde kendi ideolojisini kalıcı kılmaktan müteahhitlerine iş sahası yaratmaya, seçmen kitlesinin manevi hislerini okşamaktan Cumhuriyet’in kurucu değerlerini sarsmaya kadar, bir taşta pek çok kuş vurmayı amaçlıyor. Amaçlamadığı tek bir şey var, o da bilimsel eğitim. İmam hatiplilerin üniversite sınavlarındaki başarısızlığı, seçmen kitlesinin bu okulları tercih etmeyerek kutsal bir projeye dünyevi bakmalarına neden olmuş, bizce Marx’la Engels’i haklı çıkarmıştır. Sıra, kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla yüzleşmeye gelmiştir.
Toplumsal dönüşümün ‘ilerici doğasına’ gönderme yapan bu ifadeler kuşkusuz iyi hissettiriyor. Ancak, kronikleşen kötümserliğimizden kurtulmamıza yetmiyor. Marx ve Engels’in tespitleri yanlış ya da eksik olduğundan değil, bireysel ve kitlesel mücadelelerin yetersizliğinden.
Kapitalist metabolizmanın ‘sürdürülemezlik’ sorunu, kimi hallerde karşıt metabolizmaları dikkate almasını, taktik açıdan esnemesini zorunlu kılıyor. Öte yandan politik ve askeri güç her daim elinin altında olduğundan doğrudan baskı ve saldırı opsiyonu bakidir. Kapitalizmin, formatif ve normatif, yani biçimsel ve ilkesel değişkenlikleri karşısında muhaliflerin mücadele araçlarını yeterince güncelleyememesi kronik kötümserliğimizin bir diğer nedendir.
İnsanın ve doğanın sömürülmediği (normal) şartlardaki metabolik süreçler ‘yapıcıdırlar’, tersi koşullardaki metabolik süreçlerse ‘yıkıcı etki’ yaratırlar: Toksin alımına ve strese bağlı hastalıkların oranındaki artış, küresel ısınmanın neden olduğu ekolojik sorunlar, yeşil alanların yatırım amaçlı yok edilmesi, su kaynaklarının azalması vb. Kapitalizm, doğası gereği yıkıcı etkilerden beslenir, ancak onları gizlemesini, manipüle etmesini, yeri geldiğinde dayatmasını da iyi bilir. Kendini reel-politik bağlamda konumlandırış tarzı böyledir. Memleketteki siyasal iktidar, dipsiz pragmatikliğinden ve despotikliğinden ötürü kapitalizmin yönetimsel/bürokratik görüngüsüne en ideal örneklerden biridir.
500 yıl önce Avrupa’da başlayan bugün memlekette tavan yapan maddi/manevi sömürü zihniyeti, ekolojiye paralel toplumsal etiği de tahrip ediyor. Moderninden muhafazakârına, eğitimlisinden eğitimsizine, (aslında) nüfusun yarısından fazlası üç maymunu oynamakla meşgul. Burunlarının dibinde çocuklar istismar edilirken, dahası, göç yollarında ve tedariksiz hastanelerde can verirlerken, ne sistemi ne de sorumluları sorgulamak zahmetine giriyorlar. Tükenen vicdanlarına ulaşma şansımız olmadığı için akıllarını başlarına almalarını bekliyoruz! Tehdit altında olan kendi çocuklarıyla birlikte bütün bir yaşam çünkü.
‘Doğru muhalefetin ve kurucu siyasetin nasıl olması gerektiği’ sorusu bir kez daha karşımıza çıkıyor. Şimdilik çerçeveyi genel haliyle çizip somut ayrıntıları bir başka yazıya bırakalım: Öncelikle, (popüler tabirle) ‘büyük resmi’ doğru açıdan görmenin, “küçük resme” odaklanmaktan daha önemli olduğunu anımsamakta yarar var. Diğer yandan, ‘muhalefet yapalım’ diye içine çekildiğimiz ‘kontrol alanlarını’ -gerektiğinde parlamentonun bile işlevsiz kılınabildiği bir rejimde- terk etmek bir seçenek değil gerekliliktir. Hal böyleyken, meseleyi siyasal iktidarla sınırlandırmak, çözümü de muhtelif ittifaklarda aramak, Nietzsche’nin deyimiyle sahte umutlar üzerinden işkencenin süresini uzatmaktan başka işe yaramıyor.
Metabolik yarılmanın pratik karşılığı da diyebileceğimiz ‘politik yarılmayı’ frenlemek için, ‘her şeyin değişime yazgılı olduğu yasasını’, ‘doğru müdahalelerle fiili durumun insanileştirilebileceği bilincini’, ‘omurgasız bir iktidar karşısında açık uçlu yöntemlerin denenmesi gerekliliğini’ ve ‘karanlığın mutlaka aydınlığa evrileceği inancını’ hayata geçirmekten başka çaremiz yok.