Cuma günü  Çapa Tıp Fakültesi’nde Antalya ve İstanbul Film Festivalleri’nde epey birincilik ve en iyi yönetmen ödüllerini almış,

Cuma günü  Çapa Tıp Fakültesi’nde Antalya ve İstanbul Film Festivalleri’nde epey birincilik ve en iyi yönetmen ödüllerini almış, çeşitli filmleri Cannes dahil birçok festivalde gösterilmiş bir yönetmenle panelimiz vardı. Hep beraber konuştuk, tartıştık. Filmlerinin kendine özgü yapısı ve izleyicilerinin içine oturan psikolojik tortusuyla sinemamızdaki en karakteristik yönetmenlerimizden birisiydi.
Yeni Türkiye Sineması’nın kendi yurdunda sürgün olma özelliğini tartışırken, filmleri çok az iş yapmasına rağmen, bundan kimseyi mesul tutmuyordu. Öyleyse öyledir, ne yapalım diyordu. Ama anlattığı bir şey bizim toplumumuz için pek ayırt edici bir özellikti.
Şöyle ki: akşam olup film seyretme saati gelince eşinin bir Bergman DVD’sini koyduğunu, ama onun “Şimdi çekemem onu’ diyerek, şöyle bir Tarantino varsa onu koy” dediğini anlattı. Hakikat şudur aziz kardeşlerim: bu bizim toplumsal özelliğimizdir. Yani el âlemin içinde başka, belirli sosyal imajlarımızdan başka bir insan tipine sahip olmak. Aptalca içki âlemlerinde saçma sapan müzikler dinlemek, saçma sapan filmler seyretmek… Uzak filminde olduğu gibi, Mahmut’un kasabadan akrabası gelince önce bir Tarkovski koyup onu yatmaya göndermesi, ardından tek başına kalınca pek fantezi dolu bir porno koyması bizim toplumumuz için olağan bir görüntüdür.
Bir sürü şeyi övüp onlarla alakasız şeyler yapmak ‘bizim varoluşumuzun tipik göstergelerinden biridir’. Pek güzel öğütler verip tersini yapmak da bizim toplumumuzun genel özelliklerinden birisidir. Bunun dışında dedikoduya pek kem gözlerle bakıp, insanlarımızın (sakın yalnızca kadınlarımızın anlaşılmasın, çünkü öyle değil) pek maharetli olup bitenleri çekiştirirce sohbet etmesi, havadislere karşı pek düşkün olması, bire on katıp anlatmayı ve bunları bilip anlatmanın pek güzel insanı dikkatin merkezine çekmesi ‘hep bizim yaptığımız şeyler’dendir.
Bu anlamda gerek Recep İvedik serisi ya da Cem Yılmaz filmleri gizli gizli merak edilen eserlerdendir. Bu filmleri yalnızca sokaktaki insanlar seyretmez, sokaklardan korkan burjuvalarımız ve onların çocukları özel olarak seyrederler. Ama okumuş, kâmil insanlarımız, entelektüellerimiz, gazetecilerimiz, şarkıcılarımız itinayla seyrederler. Dudaklarında bir küçümseme edası hiç eksik olmadan, ama seyretmeden olmayacak şeylerdir bu filmler. Peki, seviyorum abi var mı diyeceğin, diyenler daha mı dürüsttür?
Ben açıkça bir iddiada bulunmak istiyorum: Recep İvedik ya da Cem Yılmaz filmleri bizim toplumumuzun kültürünü aşağı çeken, yoz, uyanık insanların halkın geriliğini kullandığı filmler değildir. Bu filmler bizim kültürümüzün durumunu gösterir, tam ortalamasını oluşturur ve gerçekten çok geniş bir paydada insanlarımızı birleştirirler. Ben halkın seviyesini geriye çeken, halkın kültürünü yozlaştıran değil, toplumumuzun yoz kültürel seviyesini gösteren sosyolojik sayaçlar olarak görüyorum bunları.
Bakın, birlikte düşünelim. Cumhurbaşkanımızın Hindistan gezisi sırasında yanındaki büyük sanatçımız, çağımızın büyük özgürlükçü yönetmeni, başarılı iş adamı, yeryüzünün en önemli reklamcısı, elli yıldır AKP sevdalısı ve AKP’yi dört gözle memleketi liberalleştirsin, gerçek özgürlükle tanıştırsın diye bekleyen Sinan Çetin’i götürmedi mi?
Türkiye’de her yönetmen istediği zaman başbakanla, bakanla görüşebilir mi, yoksa bu Sinan Çetin’in bir ayrıcalığı mı?
Şimdi kızıyoruz bu adama yoz diye, ama sevgili dostlar filmin içine reklam alıp bir yandan da maharetle bunun reklamını yapan Sinan Çetin’den on yıl sonra Cem Yılmaz hiç utanmaksızın, hatta maharetinden övünerek filmlerine aldığı reklamları televizyonlardan anlatmıyor mu?
Recep İvedik genel olarak bir yandan sokaktaki insanı oynarken, bu insanın tuhaf yerlerdeki tatil maceraları ya da büyük reklam şirketlerindeki aranışları, yoksul ve itibarsız insanın sosyalleşme maceralarını anlatmıyor mu?
İnsanlar bir yandan bu tuhaf maceralara gülerken, hatta küçümseyerek bakarken, aynı durumları yıllardır herkes kendi sosyal çevresinde farklı ortamlarda konuşmuyorlar mı?
Sevgili dostlar, size bir tarihi gerçeği açıklamama izin verin. Sakıp Sabancı yabancı dil bilmezdi. İstanbul aksanını da sorunlu konuşurdu. Şirketin en üst düzey toplantılarına hep katılır başkanlık ederdi. İş dünyasındaki ölçeği büyürken ‘ağzını eğerek bükerek’, araya işi daha da mizahlaştırarak ‘İngilizce terimler’ katarak iş âleminin muhteşem kokteyl ve partilerinde konuştuğunda insanlar kendilerini zor tutuyorlardı. Hatta karşısında gülmemek için kendini çimdikleyenler de vardı. Sonra 12 Eylül geldi, adama akıl verdiler. Sakın İstanbul aksanıyla konuşma, bizzat Kayseri aksanını abartabildiğince abart dediler. Sonra adam iş aleminin büyük starı, halkla ilişkiler komiseri oldu. Ötekiler mecliste çiğ köfte partisi yaptılar. Birisi geldi Kasımpaşalılılığı ile övünerek diplomatlarımızla alay etmek için ‘monşer’ dedi.
Bütün bunların olduğu yerde gerçek şu ki: kültürümüzün geriye çeken, halkı  yozlaştıran değil, halkımızın hem de hiç de sokaktaki halkın değil, genel olarak toplumumuzun çok büyük bölümünün ortalamasına karşılık gelen, onların kültürünün parçası olan eserler verdiler. Hakikaten puşluk denilen şeyi sonuna kadar götürdüler. Bunların çok tutmasının nedeni samimiyetleri değil, -çünkü gerçekten samimiyetsizdirler- hokkabazlıkları ve puştluğun ileri derecede dökümlerini yapmalarıdır. Bizim insanımız budur. Bunu kabul edelim.
Bugün üniversitelerimizde kantinlerde açık televizyonlarda ya Batı  arabeski ya da yerli arabesk müziğin sürekli açık olduğu LCD televizyonlarımızla, kültürümüz budur kardeşim. Beyoğlu’nda barlarda, ya da Bodrum’da muhteşem müzikler değil sonsuz derecede soysuz şeyler çalarak hakikaten soysuz şeyler yapıyorlarsa, sinemasında da bunu karşılığı olacaktır, bu kadar.