Türkiye sinema tarihinin başlangıcı olarak 1914 yılı temel alınır. Ruslar “93 harbi” sonunda,  1877’de Yeşilköy’e kadar gelmiş...

Türkiye sinema tarihinin başlangıcı olarak 1914 yılı temel alınır. Ruslar “93 harbi” sonunda,  1877’de Yeşilköy’e kadar gelmiş, diğer emperyal devletlerin araya girmesi ile, geldikleri noktaya bir anıt dikip çekilmişti. Bu anıtın Birinci Dünya Savaşı’na girilmesiyle yıkılması, bir yedeksubay olan Fuat Uzkınay tarafından filme alınmıştı.
Dönemin tarihsel koşullarında, yıkım filmini özellikle bir “Türk”ün çekmesi sağlanmıştı. Bundan sonrası ise uzun bir uyku dönemidir.
İlginç ve tuhaf bir sinema tarihimiz vardır. Gerçi neyimiz ilginç değil ki?
Beşiktaş’ta Kazan Birahanesi’de Safa Önal üstatla oturmuşuz. Sinema tarihi canlı bir film şeridi olarak ağır ağır geçiyor masamızdan. Öykü öyküye ekleniyor. Üstatla değil, canlı bir Türkiye sinema ve edebiyat tarihi ile masada bira içiyoruz.
Safa Abi, Edip Cansever’li bir öyküyü anlattığında, masadan geçen film şeridine şiir ekleniyor… Yıllar önce bir akşam, Yakup Meyhanesi’ne giderler. Rakılar, mezeler söylenir, masa donatılır. Tam arkalarındaki masada iki vatandaş hafiften demlenmeye başlamışlar. İri elleri, kirli kalın kaputları ile iki balıkçı... Aralarında konuşuyorlar: Biri diyor ki,  “Benim kayığın altını yapan usta dengeyi tutturamamış, denizde tekne eğik duruyor.” Diğeri hemen yanıtı yerleştirir; “Kaptan! Kaptan! Senin gibi adamın teknesi yamuk olamaz, yamuk olan tekne değil, denizdir”.
Bu konuşmayı duyan Edip Cansever “Gidelim” der.  Balıkçıların konuşması akşamı bitirmiştir. Daha orada durulamaz... Edip Cansever ve Safa Abi, kalkıp giderler. Masaya konanlara el ve dudak sürmeden. İçilen bira sayısı artınca, ilişkiyi “abi” düzeyine çıkardım bu arada.
“Safa Önal kitabı” nın adı; “Ne kadar gamlı/Bu akşam vakti”. Yasemin Arpa uzun bir görüşme yapmış. Ortaya 476 sayfalık koca bir nehir roman çıkmış.
Safa Abi, kitapta Edip Cansever’li öykünün de yer aldığını söylemişti. Kitabı alır almaz, öykünün geçtiği yeri ararken, okuyup bitirdim. Böylesi insan sıcağı ve şiir yüklü öyküyü birinci elden dinlemek kesmemişti. Bir de yazılı halinden  okuyup, tadını çıkarmak istedim. Ama yoktu. Sadece o öykü değil, o akşam dinlediğim daha nicesi yok. Çünkü, öyle bir hayat ve öyle bir “film” gibi öyküler yaşanmış ki, kitaba sığmamış, öyküler hayattan taşmış.
Kitap, bir çeşit sözlü sinema tarihi. Değerli bir kayıt. Kah nehir roman, kah  özel bir kültür sanat ansiklopedisi. Çoğunu unuttuğumuz nice değerli edebiyatçılar, sanatçılar usulca girip çıkıyor. Safa Önal, hakkıyla anarak, hepsinin vefasını tek başına ödüyor.
Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Cemil Filmer, Safa Önal, sinemamızda farklı kişilikler. Bu kişilerin biyografilerinde tanık olduğumuz ortak bir yön var; sinema topu önlerine düşmüş, onlar da önlerine düşen bu topa vurmuşlar. Hatta vurmak zorunda kalmışlar. Bütün iyiniyetleriyle ve özveri ile. Türkiye sinema tarihinde elbette eleştirilen çokça yön vardır. Ama, bu insanlar, yapabileceklerinin en iyisi yapmışlar. Lütfi Akad’a, dönemin yapımcısının söylediği, “Tahsilli ve terbiyeli bir gençsin, kılığın kıyafetin de yerinde, o halde yönetmenlik yaparsın” demesi çok ilginç bir örnektir.
Amerikan sinemasını 1900’lü yılların başında yoksul işçi sınıfının ödediği ucuz bilet paraları bir sektör haline getirmiştir. Bizde de,1950’li yıllarla birlikte, görece sanayileşme ve köyden kente göçün etkisiyle artan seyirci sayısı sinemada bir sıçramaya neden olmuştur. Bu sıçrama anında, elde ne teknik altyapı, ne teknik eleman, ne de yönetmen ve senarist vardır. İşte topu önünde bulanlar en iyi maçı çıkarmaya çabalamıştır. Bu çabanın özle bir bölümünü Safa Abi’nin kitabından okuyoruz.
395 tane çekilmiş sinema senaryosu yazan Safa Önal filmografisinde, “Vesikalı Yarim”, “Tatar Ramazan”, “Dila Hanım” gibi ayrıksı pek çok örnek var. Bunlar, Safa Önal’ın sinemacı damarının özgünlüğünü gösteriyor. Sinema topuna vurmak o kadar da kolay değildir çünkü.
Haftanın dizesi;
“bak ‘biz’ dedim, iki deniz
iki yara, birbirine kapanan”
(Çiğdem Sezer, Denizden Geçme Hali, YKY)