Herhangi bir yılın son yazısı, hemen her zaman can sıkıntısıyla yazılan bir yazıdır. Geriye doğru bakar ve Nihat Behram'ın şiirindeki gibi "Zaman değil...

Herhangi bir yılın son yazısı, hemen her zaman can sıkıntısıyla yazılan bir yazıdır. Geriye doğru bakar ve Nihat Behram'ın şiirindeki gibi "Zaman değil, zaman değil, zaman değil / Ah! Ömrümüzdür geçen" diye hayıflanırsınız. İrili ufaklı, sevinçli, kederli, can yakıcı anlar üşüşür, akıp giden zamanı kodlamanın anlamsızlığı ile baş başa kalırsınız.

Bu yıldan geriye, bende ne kalacak diye kafamı zorladığımda, doğrusu, gitgide tenhalaşma hissinin önüne geçebilen hiçbir şey bulamadım. Ne biran, ne bir iş...

Odamda Hrant'ın bir fotoğrafı asılı. Yazı yazarken ona arkamı dönüyorum. O da inadına penceremden bir yolunu bulup süzülüyor, gördüğüm her şey oluyor. Bu yılın son yazısını yazmak için düşünürken de aynısı oldu. Yakın arkadaşlarımdan, dostlarımdan gidenler oldu bu yıl. Liman Grubu'nun iyi ressamı, Kalamış'ın Köh-ne'sinden dostum Mümtaz Yener gitti. Hocam, iyi kalpli dostum Halûk Şevket gitti. İş ve aşk arkadaşım Savaş Dinçel gitti. Onları ve paylaştığımız hayatları ayrı ayrı düşünürken, hep Hrant'ı da düşündüm, düşünüyorum. Sıdıka (Su) Teyzemin ve Şaban (Ormanlar) Bey'in gidişlerinde ayrı ve arı bir hüzün, kökleri mazide olup da âtiyi görememenin sıkıntılı kederi hâkimdi. 1970'lerin sosyalist tiyatrocusu Tahsin Işın'ın çok tenha cenazesi de eklenince, hayat hikâyemizin en hayalperest yanı içimizi burktu.

Benim ailem de en yaşamış ve dolayısıyla çekim noktası olarak en kuvvetli hanımefendisini, Nuriye Yenge'mizi hayli tenha uğurladı. Teşvikiye Camisi için dahi yadırgatıcı bir topluluktuk ve daha çok "dağılmış İstanbul ailesinin ölümü" gibiydik.

Kızım Âsûde'nin sekiz, Fehmi'nin kızı Şiraz'ın bir yaşına basması ve Haydar'ın kızı Nar'ın doğumu gibi ufuk açıcı, ferah hikâyelerimiz de oldu bu yıl. Kendi payıma verimsiz, kamu yararı açısından bakıldığında hayli işlevsel bir yıl geçirdiğim ve hangisinin daha doğru olduğuna bir türlü karar veremediğim için, "sağ yanım çürüyor, sol yanım diri" misali şaşkınım şu sıra. Birikmiş kitap çalışmalarından bir tekini bile bitirip dosya kapatamadığım için kendime kızıyorum aslında. Tiyatro ortamının birikip taşmış yapısal sorunlarıyla boğuşup durduğum bu yıl, reji de yapmadım. En fazla, Üsküp'te yapacağım projeyi ertelediğim için canım sıkkın. Çuvaşların sık kullandığı bir deyim var: Şapla bıldır! Yani, "öyleyse öyledir", ne yaparsınız!

Siyaseten kafası bir hayli karışmış bir eski arkadaşıma yazdığım mektubu, esasen pek de özel sayılamayacağı için sizlerle paylaşacağım sevgili okur. Bu yılın son sözleri böyle olsun: "Kardeşim Hrant Dink, tahrikler kıvam bulup, aşağılık bir suikaste kurban gittiğinde, evet, BEN ERMENİYİM. Yaser Arafat'ın karargâhı kuşatıldığında, Ankara'da, o zamanki Filistin Büyükelçisi Fuat Yasin ile bir dayanışma başlattığımızda BEN FİLİSTİNLİYİM demiştim. Kürt kökenli kardeşlerimizin mahalleleri basıldığında, elbette BEN KÜRTÜM. Solingen'de Türklerin yaşadığı bir ev yakıldığında ve beş Türk kardeşimiz öldürüldüğünde Alman kardeşlerimiz "BEN TÜRKÜM" demişti. 1940'larda, Danimarka'da, Yahudi evleri tesbit edilmeye çalışılırken, adam gibi adam Danimarkalılar, BEN YAHUDİYİM diyordu. Sinagog baskınları ertesi, Aşkenaz mezarlığında (Ulus'taki) pek içimi acıtan bir kız çocuğu ile aneannesinin (annesini ve kızını tanırdım) cenaze töreninde kafama bir kipa takmıştım. Orada BEN YAHU Dİydim.

Türkiye'de yaşayan farklı etnik gruplardan insanlara farklı memleketler önerilmesini, düpedüz şiddete davetiye çıkarmak sayar, bu durağı insanlığın son noktası olarak reddederim. Babasının vücudu, aşağılık bir cinayetin sonucunda ve henüz yerde, sokağın ortasında, hayattan men edilmiş uzanır iken, onun, artık benim de kızım olan evladının haykırışı üzerinden istismar ve duygusuzluk üreten yurttaşlarıma, olsa olsa acırım. Biz buraya, sahiden, nasıl geldik? Nasıl bu kadar duygusuz olmayı başara-bildik, bilemiyorum.

6 ve 7 Eylül 1955 olayları, iki gün gibi gözükür. Esasen dokuz saattir. O dokuz saatte kimyası bozulmuş bir şehrin insanlarıyız biz. Hiç mi ders almayacağız? Birbirimize, habire "Hepimiz Türküz" demenin komik kaçtığını fark etmiyor musun? Yahu, bu bizim tabiyetimiz. Zaten öyleyiz. Ne diye hatırlatma ihtiyacı duyarız ki? Türk olduğumuz için sokakta çevirip dayak mı atıyorlar bize? Türk dölü! diye hakarete mi uğruyoruz ülkemizde? Gidip Türkistan'da yaşasınlar! diyen mi var? Sırf Türk olduğumuz için evlerimizin kapılarına işaret mi konuldu, yerimizden yurdumuzdan mı edildik, ensemize kurşun mu sıkıldı ülkemizde? Bunu sorarken ben Yahudiyim, Rumum, Erme-niyim, Kürtüm, Yezidiyim, Süryaniyim ve Türküm, çünkü öyleyim ve bütün bunları yakamda bir nişan gibi taşımam.

Çünkü, Nâzım Hikmet'in Peyami Safa'ya giydirdiği o sıkı polemik şiirindeki gibi: 'Sen de bilirsin ki ben / ne dedemden / miras bekledim / ne babamdan şeref, şan! / Hasep, nesep, kan, soy sop işlerinde yoğum. / Çünkü ne soyu sicilli bir buldoğum / Ne de tecrübelik bir tavşan.'

Baki kalmasını arzu ettiğim sevgi ve daima selam."