Aslında bu öykü bende saklı kalmalıydı. Özel zamanlarda, özel kişilerle paylaşılan bir özelliği vardı çünkü. Üstelik, yazarken, güncelin

Aslında bu öykü bende saklı kalmalıydı. Özel zamanlarda, özel kişilerle paylaşılan bir özelliği vardı çünkü. Üstelik, yazarken, güncelin rüzgârlarına kapılmama sözü vermiştim kendime. Ne var ki, Başbakan “kısas” politikasını en kaba bir biçimde dile getirince, öyküyü paylaşmayı gerekli gördüm
Ermeni dostum H, Başbakan’ın ülkeden kovma tehdidi altındaki yüz bin Ermeni’den biriydi bir zamanlar. Aslında o zaman elli bindi sayı. Kısas kültürünün sözcüsü de Tansu Çiller’di.
Günlük siyasetin kirli dili kabalaşıyor aynı zamanda. Sayılardan ibaret görülüyor insanlar. Oysa, sayıların arasına sıkışmış binlerce insan, binlerce öykü vardır. Bunun için ağlak nutuklar değil, insanı gören göz gerek.
Dostum H, oğlum bir yaşına girerken, bir şişe Ararat marka kanyak getirdi. “Oğlunun sünnetinde içeceğiz “ dedi. Aradan on bir yıl geçti. Ermenistan’dan kalkıp geldi. Sünnet kutlaması için masanın çevresinde iki aileydik. “Kaçan” bir toplumun öyküleri konuşulmaya başlandı. Biz kendimiz için “göçebe” toplum diyerek, yarı eleştiri, yarı “merhamete muhtaç” bir hali ifade ederken, anlatılan “kaçma” öykülerinde daha beter bir fiile tanık olduk.
Kaçma fiilini bir acı olarak değil; bağışıklık kazanılmış, bir yudum su içme doğallığında kullanıyordu H. Üstelik hiçbir “merhamet” talebi de içermeyen bir ironi ile. Doksanlı yılların başlarında Tacikistan’dan Ermenistan’a kaçış… Koltuğunun altında tek varlığı, kuırtarabildiği bir şişe kanyak. Oğlunun doğumunda alınıp, düğünü için saklanmış yirmi yıl önce. Bir şişe kanyak dışında her şey Tacikistan’da kalmış.
Tacikistan’a ise, 1947’de Yunanistan’dan kaçılmış. Yunanistan’a da 1915’de Adana’dan. Bütün bu kaçmalarda, H’nin annesi de bildiği tek dille, Türkçe ile kaçmış. Son kaçılan yer olan Ermenistan’a bu dil taşınmış. Ölünceye kadar yine bu dil konuşmuş! Şimdi, o dille kısas tehditleri savruluyor.
H’nin babası ölümüne kadar, Gümrü’de Türkçe bir şarkı duymak için saatlerce transistörlü radyonun düğmelerini çevirip dururmuş. O da bu sesin hasreti ile ölmüş.
Bu öyküleri bir şişenin çevresinde, bir trajedi  havasında değil, insanın en insan halinde ve su doğallığında paylaşıyoruz. “Hayatın gerçeği” doğallığı içinde. Buradaki “hayatın gerçeği” bakkalların sonunu ilan ederken Başbakan’ın kullandığı postmodern ahlakı içeren bir tanımlama gibi değildi; Başbakan yüzünde acıklı bir ifade ile bakkallara “Yok olacaksınız, hayatın gerçeği” diyordu.
Başbakan, yedi yüz bin Milli Eğitim çalışanının sadece 675 tanesi (12.3.2010; Radikal) doktoralı olan bir ülkenin başbakanı. Beklentimiz de düşük olmalı yani.
Başbakan Roman yurttaşlarla açılım yapıyor. İtirazı olan bir Roman’dan o munis gülümsemesini esirger, biliyorum. Çünkü, söz ile öz arasında epey bir mesafe var. İtiraza da tahammül yok.
Başbakan, diplomaside yeni bir çığır  açıyor; kısasa kısas gibi eski zamanlara ait bir intikamcılıkla, kadim dostumla arama bir sınır koymaya kalkıyor.
Sözüm ona demokratlıkta, çuvala sığdırılan mızraklar daha ilk sarsıntıda sivri ucunu gösteriveriyor işte. Özellikle bu sürgün konusunda basında çıkan eleştirilere tepkisi, öz ile söz arasındaki mesafeyi ele veriyor. Başbakanı demokrasi havarisi ilan eden liberallerin aynaya nasıl baktıklarını merak ediyorum doğrusu.
“Ağla Sevgili Yurdum”; Alan Paton’un bu romanı yazdığında tarihler 1948’i gösteriyordu. Bu kitaptan yola çıkarak, Afrika’nın geri bırakılmışlığını anlatmaya çalışacaktım bu hafta. Kendi geriliğimiz öne geçti. Hâlâ, “Ağla sevgili yurt”  Çünkü dolar milyarderlerinin arttığı bir ülkede, artan şey ucuzluktur. Hayatımızın, her şeyimizin  ucuzluğu!
Haftanın öğüdü; yüz bin yoksul Ermeni yerine, İncirlik’ten ABD’yi kovmayı dene!