Şehir ve otobiyografik bellek
Bir şehrin gecesinde ve gündüzünde hayalet bir kamera gibi gezebilsek neler görürdük? Bizim gördüklerimizle o yuvanın içine doğmuş birinin gördükleri aynı mıdır?
Nesli ZAĞLI
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Konstantinos Kavafis
Hiç düşündünüz mü, neden bir şehrin en tepesinden bakmayı sever insanlar? Manzarası güzel diye mi? Peki bir şehrin manzarasını güzel kılan nedir? Deniz, göl, nehir, kuleler, camiler, köprüler? Bunların hem hepsi, hem de fazlasıdır aslında; belleğimize kazınmış şehrin silueti. Bir insan doğduğu şehirde büyüme imkânı olduysa o şehre dair pek çok imge biriktirir, bunlardan biri de hiç kuşkusuz şehrin siluetidir. Kendiliklerimizi oluşturan otobiyografik bellek, mekânın ve uzamın da içinde olduğu boyutlu bir yapıdır. İsmine yapı desek de aslında anatomik bir yapıdan söz etmiyoruz. Bellek birden çok nöroanatomik yapının sorumlu olduğu karmaşık bir bilişsel işlevdir. Belleğe meraklı olanlar daha önce BirGün Pazar Ekinde yayımlanan 'Unutmak ve Hatırlamak Üzerine' başlıklı yazımı okuyabilirler.
Unutmanın ve hatırlamanın en afili çerçevesi ise şehirdir. Şehir çocukluktur, gençliktir, iştir, emektir, aşktır, hayaldir. İnsan bu yüzden ilk aşkını da ilk şehrini de unutamaz. Yenidoğanın ilk duyduğu anne sıcaklığını ve kokusunu unutamadığı gibi. Bir şehrin yuva olarak kavramsallaştırılması psikanalitik açıdan anlamlıdır. Çünkü şehir anaya, babaya, ataya dair olanın simgesidir. İnsan zihni bir tanıdıklık, öngörülebilirlik ve güvenlik duygusuyla gelişir. Çocukken evimizin bulunduğu sokak, kaldırım taşları, mahallenin esnafı, koşup oynayıp altında dinlendiğimiz ağaçlar, ağzımızı dayayıp kana kana su içtiğimiz çeşmeler…Hepsi hem şehrin, hem de çocukluğun mihenk taşıdır. Çocukluğumuza ve gençliğimize dair olan, şehre dahil olandır. Görüntüleri, tatları, kokuları ve dokularıyla geri çağırabildiğimiz anılarımızın da yuvasıdır şehir.
Belleğin arka fonu olarak şehirden bahsederken aslında 80’lerin büyük şehir hayatından bahsetmeye başladığımı tabii ki fark ettim. Şimdi artık şehrin siluetine fallik bir edayla kazık çakan residanslar var. Yeni nesil kaldırımı, esnafı, kaynamış mısırcıyı, bilhassa da ağacı nereden bulsun. Yeni şehirlerde, sitelerde, gökdelenlerde büyüyen çocukların belleğinde şehre, sokağa ait ne var? Peki ya kentsel dönüşüm adı altında kimliksizleştirilen yoksul mahalleler? Ya kentsel doku artık sızlayan, kayıp bir doku mu? Biz şehirlerin kendine has dokusunu kaybetmesini ister miyiz hiç? Yedi tepeli şehrin ortasında minik bir vaha gibi olan Gezi Parkı'nı bir nişan gibi onurumuza iliştirişimiz bundan. Şehre nefes olan, ruha da nefes olur. Örneğin, Sevgi Soysal’ın 'Yenişehir’de Bir Öğle Vakti' adlı romanında, şehrin göbeğinde bir semtte devrilen bir kavak ağacında, bir sürü insanın hikayesi, belleği ve teğel yerleri birleşir. Kentin siluetine işlenmiş yeşil her alan, aslında birliktelik ve kardeşliktir.
Bir şehrin bireyin belleğine kazınmasını en iyi işleyen edebiyat eserlerinden biri de Orhan Pamuk’un Kara Kitap’dır. Eski İstanbul denilen bölgenin sokaklarını, yokuşlarını, esnafını, meydanlarını, arabalarını ve köprülerini oya gibi işleyerek anlatır Orhan Pamuk. Şehrin sokakları tepeden tırnağa anıdır ve hiç uyumayan bir şehir nasıl huysuzlanıyorsa, sokaklar da hep uykusuzları ve huysuzları barındırır. Siz de o hisse kapıldınız mı bu tasvirlerden bilmiyorum ama bir şehir insanın belleğinde adeta bir insan gibi tam ve detaylıdır. Şehirle kurulan ilişki, bir diğer insanla kurulmuş bir ilişkiye ne kadar çok benzer. Şairlerin, aşk ve hayat canlarını yaktıklarında “Ah İstanbul” serzenişleri boşuna değildir. Atilla İlhan’ın “Ulan yine sen kazandın İstanbul, Sen kazandın ben yenildim, Kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar Yine emrindeyim” dizelerinde gençliğin en isyankar zamanlarındaki kişinin itaat etmeyi kabullendiği gaddar babadır İstanbul. Ama buna karşın bir kısmına ana, bir kısmına da sevgili olmuştur İstanbul. Büyüdüğümüz şehrin belleğimizdeki temsili aslında bir aktarım ilişkisi taşır. Şehre güvenlik hissimizi, hayal kırıklıklarımızı, kayıplarımızı ve daha bir çok şeyi bir insanmış gibi atfederiz. İstanbul için de bu böyle. Bu kadar çok insanlaştırılan, düşmanlaştırılan, savaşılan, sevişilen ve en derinlerde muhafaza edilen az şehir vardır.
Bir şehri hatırlamak, beş duyuyla hatırlamak, iliklerimize kadar, etimizle kemiğimizle hatırlamak. Bir şehirle ilgili otobiyografik belleğe sadece duyular değil, beden de dahildir. Büyüdüğünüz sokağa varmak üzereyken nasıl adımlamanız gerektiğini hissederek pıt pıt atan bir kalp de dahildir. Bir şehrin gecesinde ve gündüzünde hayalet bir kamera gibi gezebilsek neler görürdük? Bizim gördüklerimizle o yuvanın içine doğmuş birinin gördükleri aynı mıdır? Büyüdüğün şehrin içinden bir gece vakti bir geçsen neler çağrışır kim bilir. Pelin Esmer’in yönetmenliğini yaptığı 'İşe Yarar Bir Şey' filminin bir sahnesinde ışıkları yanan şehrin içinden trenle geçen bir kadın dikkatle camlara bakıyordu ve insanların gölgeleriyle oyalanıyordu. Tam da böyle oluyor, şehirlerin içinden geçerken belleğimize ışıkları, gölgeleri ve yüzleri de kaydediyoruz. Yaşadığımız şehirlerin eskiliğinden çok özensiz, fabrikasyon yenilenmelerinden rahatsız oluyoruz. Kan ter içinde koşarak büyüdüğümüz meydanlarda ucube heykelimsiler görmek, restorasyon kisvesi altında Lazlaştırılmış binalara rastlamak istemiyoruz. Lütfen şehire ve belleklerimize biraz saygı!