Google Play Store
App Store

Cemal Miran’ı 1996’da İsviçre’nin Zürih kentinde görmüştüm. Bir toplantı nedeniyle ordaydım, orda olmamdan haberdar olmuştu, buluşup sohbet...

Cemal Miran’ı 1996’da İsviçre’nin Zürih kentinde görmüştüm. Bir toplantı nedeniyle ordaydım, orda olmamdan haberdar olmuştu, buluşup sohbet etmiştik. Diyarbakır 5 nolu zindanında seksenli yıllarda insanlık onuru için sürdürülen açlık grevleri ve ölüm oruçlarından sonra beyin hücreleri bedenine yeterince hükmedemeyen konuşması zor, yürümesi zor ama heyecanı bütün zorlukları yenmeye kararlı bir ruh halindeydi Cemal. Bir kafede oturmuş uzun uzadıya sohbetler etmiştik. İsviçre hükümetince fiziki ve psikolojik tedavi ve sağaltım uygulaması görüyordu. Benim ölüm oruçlarından sonra yüzyüze görüşüp muhabbet ettiğim ilk şahsiyetti Cemal Miran. Derin izler bırakmıştı bende.

Tam onaltı yıl sonra Dîyarbekir’de bu kez Simurg filminin galasına davet edilmiştim.. Filmi izleyeceğimiz günün sabahı filmin yönetmeni eski gazeteci-televizyoncu arkadaşım Ruhi Karadağ ve filmin oyuncuları ile birlikte kahvaltıdaydık. Film boyunca hiç konuşmayan Delil İldan’la, Hüseyin Gündüz karşımdaydılar. Kendi hayatının inancı gereği açlığa yatışının hikâyesini oynamak nasıl bir duygu Delil, soruma; “Hoş, güzel olmuş. İyiydi” demekle yetinen Delil’e, ortaya hitaben yönetmen Ruhi Karadağ’ın sözleri çarpıcıydı. “Delil bugün muhteşem bir iş yaptı. Film boyunca bütün ısrarlarımıza rağmen hiç konuşmayan Delil’in Diyarbakır’da dili açıldı. Vallahi konuştu Delil” dedi.

1996 yılında ölüm oruçlarına katılmış 60 kişi arasından seçilmiş filmin ve Simurg’da anlatılan hayatın altı kişiliği. Yönetmen, 2000 yılı Kasım ayında daha sonra “Hayata Dönüş Operasyonu” adı verilen ve ikisi asker 32 kişinin katledilmesiyle sonuçlanan cezaevlerine yapılan müdahale döneminde filmin yapılmasına karar vermiş. Ama filmin altyapısı aslında 1990’lı yıllarla birlikte başlıyor.

Filmin karakterleri ile birebir konuştuğumda fark ediyorum ki; bugün ölüm oruçlarına katılanlardan farklı değil hikâyeleri. Dergi, gazete sorumlu yöneticiliği, öğrenci dernekçiliği, siyasal faaliyetler benzeri ilgi alanlarından cezaevine düşen ve ölüm oruçları sonrasındaki hayatları filmin kadın karakterlerinden Çiğdem’in ironik ifadesiyle; sokakta yürürken bir çocuğun annesine “anne bak abla yürürken robot taklidi yapıyor” haline dönüşen hayatların fiziki hali pür melalidir.

1996 ve 2000 ölüm oruçlarının belgesel ve kurgusal sinema dilinin iç içe geçmişliğiyle ortaklaştırıldığı mükemmel bir yüzleşme ve hafıza filmi olmuş Simurg.

İzlerken iki kez gözlerimin dolduğunu, nutkumun tutulduğunu söylemem filmi izleyen kimilerinin benzer ruh halinin tekrarı olduğunu vurgulamalıyım.

Devlet denen baskıcı zulümkâr, hak tanımaz aygıtın; ne denli zalim ve acımasız olabileceğinin, tozlu ve belki de gün yüzüne çıkma ihtimali olmayan görüntülerinin titiz ve ısrarcı bir çabayla bulunup görünür kılınmasının da muhteşem bir kayıt altına alıcılığı olmuş Simurg’da başarılan.

Yıl 2000 içerdeki ölüm orucuna yatanlara destek için İstanbul Küçükarmutlu’da bir ölüm orucu evi düzenlemiş grevcilere destek için süresiz açlık grevine yatanlar. Her birisi farklı semtlerde yaşayan ve artık bedenlerinin, fiziki hallerinin büyükçe bir bölümünü ölüm orucu eyleminde bırakmış altı eski ölüm oruççusu ömür boyu birlikte yaşayacakları Wernicke Korskoff hastalıklarıyla birbirlerine tutunup birbirlerinden güç ve destek alarak Küçükarmutlu’daki Ölüm Orucu Evinin yolunu tutup destek ziyareti yaparlar. Halaylar çekilir, çaylar, şekerli sular içilir, sohbetler edilir. Sonraki kareler peşpeşe gelir. Önce içerdeki grevcilerin eylemi adeta devasa bir askeri-polisiye operasyonla duvarlar çatılar yakılıp yıkılarak insanlar diri diri yakılarak bitirilir. Sonraki karede Küçükarmutludaki evin operasyon sonrası yanmış yakılmış kapkara hali perdeye düşer. Geride dumanı tüten kalıntılar, kararmış duvarlar vardır. Ve ortada bir sandalye, sandalyeye oturmuş bir polis şefi: “Burası artık geçici asayiş polis karakoludur” demektedir.

Filmin son sahnelerinden biri var ki masum ve anlamlı. Altı ölüm orucu direnişçisinden ve filmin oyuncusundan biri 1996’da bir derginin yazı işleri müdürüyken hakkında açılan dokuz davadan biri nedeniyle içeri düşüp ölüm orucuna yatan Hüseyin, babasıyla birlikte 2000 yılında operasyonla harap edilmiş metruk mahpushanenin kapısından girer. Girişteki avlunun hemen sağında ve göze çarpan yerinde bir tabela duruyordur. Kırmızı zemin üzerine beyaz boya ve büyük harflerle yazılmıştır: “T.C. Adalet Bakanlığı İstanbul Ceza ve İnfaz Kurumu.” Baba yaşananlardan ve yaşatılanlardan dolayı öfkelidir. Öfkesi yüzüne, bakışlarına, mimiklerine yansımıştır. Oğlu Hüseyin önde yürüyordur. Tepkisi tabelayla anlık bir hesaplaşmadır ve geçerken atılmış bir tekmedir. Sanırım filmin bütün hikâyesi o babanın tekmesindeki görüntüye kilitlenmiş ruh halinin somut tezahürüdür.

Acımasız ve ceberut devlet, elinde “ölmeye yatmak”tan başkaca silahı olmayanlara, adeta “Hayır siz kendi isteğinizle değil, ben istersem ancak o zaman ölürsünüz” demeye getirmektedir. İşte adını ölümsüzlüğün ve umudun simgesel ismi, namı diğer Zümrüdü Anka’dan alan Simurg filminin benim şehrim, umudun ve barışın simgesi şehrimin göğüne düşen ve “Her şey bir tutam Mavi uğrunaydı” sözünün haleti ruhiyesi budur…